06.11.2015
Müslümanlar için asıl yönetim sisteminin “Hilafet”
olduğu malûm. Bunun için tüm müslümanlar, “rejim değişikliği” ile “Hukukta
Şeriat, İdari mekanizmada Hilafet”e geçmek için çalışmakla yükümlü. Bu
sebeple gündemin ana konusu olan “Başkanlık Sistemi”ne çok fazla umut
bağlamamak gerektiği kanaatindeyim. Çünkü benim için önemli olan, devletin “Başkanlık”
veya “Parlamenter”
olsun, ya da başka bir şey olsun, “hangi sistem”le yönetildiği değil,
bundan önce “nasıl” ve “hangi rejim”le yönetildiğidir. Bu
yüzden, “Başkanlık Sistemi”ni tartışmanın yanında, bundan daha çok “rejim
değişikliği”ni tartışmayı daha yerinde buluyorum.
Esas sorunumuz “sistem sorunu” değil, “rejim
sorunu.” Bu yüzden, eğer “rejim” değiştirilmeden sadece rejimin
“işleyiş sistemi” değiştirilirse, esas soruna çözüm bulunamaz. Eğer “Kemalist-Laik
rejim” ile “dindar millet” arasında baştan beri var olan uyuşmazlık ve anlaşmazlık
“rejim değişikliği”yle giderilmezse, sistemi değiştirmenin önemi kalmaz. Zira
büyük
çoğunluğu dindar olan topluma cebren uygulanan “Kemalist Laiklik”in “sistem
sorunu” değil, “rejim sorunu” olduğu kuşku duyulmayacak bir gerçek. O
yüzden, “dindar topluma uygulanan Laik-Kemalist rejim” değiştirilip “toplumun
dinine uygun hal”e getirilmediği sürece, sistemin Parlamenter ya da
Başkanlık olmasının hiçbir önemi yok. Bu yüzden, meseleye sadece “sistem”
açısından bakılması, “dindar toplum” için değişen hiçbir şey olmayacağı
anlamına gelir.
Esas sorunumuzda, yani rejimde değişiklik
olmayacaksa, sistem “parlamenter” değil de “başkanlık” olsa ne yazar,
“başkanlık” olmasa da “parlamenter” kalsa ne farkeder? Yani “sistem”in “başkanlık” ya da “parlamenter”
oluşundan ziyade, o sistem ile uygulanan “rejimin niteliği”nin ne olduğu daha
önemli. Bu yüzden, “Başkanlık Sistemi” kurgulanmadan önce, Başkanlık sisteminin
“hangi
rejim”i yürüteceği belirlenmeli. Bunun yolu “rejimi değiştirmede radikal
davranıp, rejimin yerleşik tabularını yıkmak”tan geçer. O halde
Türkiye’de “Başkanlık Sistemi”nin anlamlı olabilmesi için, “rejim bakımından nasıl bir
değişime ve dönüşüme ihtiyaç olduğu”na bakmak lazım.
Başkanlık sistemi, “yasama-yürütme-yargı”
diye tabir edilen klasik “güçler ayrılığı” üçlemesinde,
“yürütme gücü”nün nasıl kullanılacağına dair bir “yöntem”den, bir
organizasyon tipinden öteye bir şey değil. Yani “başkanlık sistemi” bir “ideal”
değil, “olsa da olur” kabilinden bir “yönetme mekanizması”;
“güçler ayrılığı”ndaki “yürütme erki”nin hangi sistemle
tatbik edileceğinden ibaret. Bu bakımdan, İran gibi “İslam Şeriatı”na dayanan
sistem de, ABD gibi “demokrasi”ye dayanan sistem de, “kabile egemenliği”ne
dayalı Afrika ülkeleri de, “istikrarsız” Latin Amerika ülkeleri de hükümet etme
sistemi itibariyle başkanlıkla idare edilebiliyor. Yani sadece, salt “hükümet
etme biçimi” olarak “başkanlık sistemi” gelince her şey yoluna
girmiyor, hatta “rejim”e dair hiçbir şey değişmiyor.
O halde Türkiye’de “yürütme gücünün işleyiş
mekanizması” değiştirilip “parlamenter sistem”den “başkanlık
sistemi”ne dönüştürülecekse, bunun ülke ve toplum için anlam
taşıyabilmesi, yenilik ve dinamizm oluşturabilmesi, toplumu mutlu edebilmesi
için, sadece “hükümet etme sistemi”ndeki değişikliğin çok da yararı
olacağını düşünmüyorum.
Sistem değişikliğinin herhangi bir yararı
olabilmesi için, geçilen yeni sistemin içinde tatbik edileceği “rejim”in
de değiştirilmesinin lazım. Bu bakımdan, “başkanlık sistemi”nden önce “rejim”in
konuşulması, önce rejimin değiştirilip “toplumun inanç, kimlik ve kişilik
değerleri”ne mutabık bir rejime geçilmesi; rejim değişikliğine paralel
olarak, “yeni rejimin yürütme erki”nin başkanlık olup olmayacağı
üzerinde kafa yorulması yerinde olacaktır. Aksi taktirde, “umulan yararlar”ı temin
etmek mümkün olmaz, hatta “muhtemel yol kazaları” durumunda mevcut
“toplumsal
huzursuzluk” bütün alanlarda katlanarak devam eder.
O halde “sistem değişikliği”yle efor tüketileceğine,
“yeni bir rejim kurmak” gibi esas işe yönelmek evlâdır. Nedir “yeni
rejim?” derseniz, lafı dolandırmadan doğrudan söyleyeyim: “Hukukta
Şeriat, İdari mekanizmada Hilafet.”
Bir işi gündeme taşırken anlık düşünmek,
günübirlik hesap yapmak, esaslı çözümlere ulaşmayı hedeflememek, “geleceği
inşâ etme projesi” yapmamak “bize özgü bir siyaset tarzı” olsa
gerek. Ben, “Başkanlık sistemi” tartışmalarında bunu görüyorum. Zira bazıları
ne olduğuna bile bakmadan savunuyor, bazıları da aynı bilgisizlikle karşı
çıkıyor. Oysa asıl üzerinde durulması gereken husus daha temelde. Bu yüzden “sistem”den
önce “rejim” değişikliğini önceliyorum.
“Başkanlık” sistemi,
“yasama”,
“yürütme”
ve “yargı”
organları arasında kesin bir “ayrım”a ve “denge”ye dayanan, yasama
ve yargı organlarının denetimi dahilinde, “yürütmenin geniş iktidar imkânlarına sahip
olduğu” bir yönetim sistemi. Bu tanım kapsamında “tarihi, sosyolojik ve siyasal
şartlar”a göre birbirinden farklı başkanlık sistemleri oluşturulabilir.
Nitekim dünyada Afganistan, ABD, Arjantin, Azerbaycan,
Belarus, Bolivya, Brezilya, Dominik, Endonezya, Ermenistan, Ekvator, El
Salvador, Filipinler, Guatemala, Güney Kore, Haiti, Honduras, İran, Kazakistan,
Kenya, Kolombiya, Kostarika, Liberya, Meksika, Nikaragua, Nijerya, Panama, Paraguay,
Peru, Seyşeller, Sierra Leone, Sri Lanka, Sudan, Surinam, Şili, Tanzanya, Türkmenistan,
Uganda, Uruguay, Venezuela, Güney Kıbrıs, Zambiya gibi
ülkelerde birbirinden farklı nitelikleri haiz başkanlık sistemleri var. Ancak
bu ülkelerin her birinin rejimleri farklı ve “hükümet sistemi”nin
“başkanlık” olması bunları benzerve aynı güç ve dinamizme sahip hale
getirmiyor. Bu yüzden başkanlık sistemi kurulurken ülkenin şartları dikkate
alınmalı, “ülkeye özgü” olmasına dikkat edilmeli.
Tabiî ki “Türkiye için teşkil edilecek başkanlık
sisteminin, Türkiye toplumunun özelliklerine uygun olarak dizayn edilmesi
lazım.” Ama maalesef bizde “kopyacılık” esas. Nasıl ki
Cumhuriyet kurulurken siyasi, hukuki, iktisadi ve sosyal sistem Avrupa’dan
kopya edildi; şimdi Başkanlık de sistemi başka bir yerlerden kopya edilmek
isteniyor. Her ne kadar dünyada uygulanan farklı “başkanlık sistemi” tipleri
içinde en başarılı örnek olarak “ABD başkanlık sistemi” akla geliyor
da olsa, Türkiye farklı “kökler”i olan, farklı sosyolojik,
tarihi, düşünsel ve inanç özellikleri taşıyan bir ülke olması hasebiyle,
kendine özgü bir başkanlık sistemi kurgulama başarısını gösterebilmeli diye
düşünüyorum.
Bu kapsamda, evvela “Başkanlık sistemi”
tartışması “politik inatlaşma”dan çıkarılıp “geleceği inşâ etme projesi”ne
dönüştürülmeli. Geleceği inşa etme projesi ise ”sorunlu geçmiş”e sahip
çıkarak, onu yeni bir formatla yeniden inşa ederek, “geçmişin tabuları”na
sarılarak yapılamaz. Yani tekrarlamak istiyorum; önemli olan, “sistem”in
“başkanlık” ya da “parlamenter” oluşundan ziyade, o sistemin uygulamada
dayandığı “rejimin niteliği”nin ne olduğu, nasıl bir mahiyeti haiz olarak hayat
bulduğudur. Bu yüzden “başkanlık sistemi”nden önce, “rejim”i yeniden
kurgulamak gerek.
Madem bu noktaya geldik, Türkiye’de “başkanlık
sistemi”nin anlamlı olabilmesi için, “rejim bakımından nasıl bir değişime ve
dönüşüme ihtiyaç olduğu”na dair birkaç önemli hususa dikkat çekmenin de yeri
geldi demektir. Türkiye’nin bu başarıyı gösterebilmesi için “rejimi
değiştirmede radikal olabilmeli, rejimin yerleşik tabularını yıkmayı göze
alabilmeli.” Zaten, aksi durumda ha “başkanlık” olmuş, ha
“parlamenter”, değişen hiçbir şey olmaz. O halde, Türkiye’de “başkanlık
sistemi”nin anlamlı olabilmesi için “rejim bakımından nasıl bir değişime ve
dönüşüme ihtiyaç olduğu”na bakmamız lazım.
“Rejimi
değiştirme”nin göze alınması, bunda “radikal davranılması” ve “rejimin
yerleşik tabuları”nın yıkılması hususunda kesin bir tutum
içine girilmesi ilk adım. Yani artık mevcut rejimin bu ülkede yaşayan “insan
kitlesi”ne uygun düşmediği, “sosyal bünye”nin bunu hiç hazmedemediği,
artık bununla daha fazla yaşamaya tahammülünün kalmadığı, böyle giderse “rejimi
yaşatma”yı, ama “toplumu imha etme”yi başarmakla
tarihe geçileceği bilinmeli.
Artık “çağın gerekleri”ne cevap veremeyen,
“toplumsal
rıza ve onay”a dayanmayan, “müslüman toplumun asla içselleştiremediği”
ve “derin
yapılar”ın hayatiyetine gerekçe ve güç kaynağı olmaktan öteye bir
fonksiyonu bulunmayan “Kemalist-Laik rejim”in gözden
geçirilmesi, gereken noktalarda tümden değiştirilmesi ve “müslüman toplumun bünyesine
uygun bir rejim”in tesis edilmesi gibi esaslı ve büyük bir adımı
atmanın elzem olduğunu idrak etmek gerekiyor. Bu idrakle radikal bir adım
atılmalı, gerçekten “toplumsal rıza ve onay”ı alabilecek “rejim ve sistem”i
kurgulayabilen bir “kurucu ekip” teşkil edilerek, önce rejimden başlamak üzere, bu
kapsamda bütün sosyal, siyasal-idari, hukuki-adli, iktisadi, tedrisi vb.
sistemler, “eksiden eser kalmamacasına” yeniden inşa edilmeli; böylece “geleceğin
inşası için gereken ana çalışmalar” yapılmalı.
Aslında “Başkanlık Sistemi”, yönetme biçimi
olarak “Hilafet”e çok benzer. Hilafet'te de “Ehl-i Hal ve’l-Akt Meclisi”
Halifeyi seçtikten sonra, Halife diğer bütün üst düzey kamu görevlilerini
kendisi tayin eder. Hepsinin sorumluluğu da, tümünün başarısı da Halifenindir.
Başkanlık sistemi de işleyiş mantığı bakımından bir nevi buna banziyor. Bu
bakımdan, esas itibariyle bir müslümanın, “Başkanlık Sistemi”ne karşı çıkarak “Parlamenter
Sistem”e razı olması gibi bir saçmalık sözkonusu olamaz.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir
nokta var: “Başkanlık sisteminin Diktatörlük sistemine dönüşmemesi” için
gerekli “dengeler”in çok iyi bir şekilde kurulması ve “denetim
yolları”nın etkin ve işlevsel olarak açılması lazım.
Bunun yanında, “yeter ki Başkanlık Sistemi
geelsin de, ne olursa olsun, nasıl gelirse gelsin” türünden bir
yaklaşım içine girilmesi son derece kötü sonuçlar üretir. Zira “rejim
değişikliği” esas iken, “mevcut rejimin başkan eliyle yürütülmesi”
gibi bir değişikliği “ulaşılması gereken en önemli hedef”
saymak, sistemin kurulmasında pek çok yanlış/hatalı adımların atılmasına ve
yapılan dengesizlikler sebebiyle felakete bile yol açar.
Nitekim bu tür yanlış adımlara dair emareleri görmeye
başladık. “Başkanlık sistemi gelsin de nasıl olursa olsun” anlayışında olanlar
var. Bunlar, Başkanlık sisteminin gelmesi kaydıyla mesela “Teröristbaşı’nın hapisten
çıkarılması”nda, “Ayrılıkçı Kürt Hareketi”ni temsil
eden terör örgütü PKK’nın talepleri arasında olan, “Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı
bölgelere yerel özerklik”in verilmesinde, böylece ülkenin bölünmesinin
önünün geri dönülmez bir şekilde açılmasında bir sakınca görmüyorlar. Bu son
derece tehlikeli bir yaklaşım. Ülkenin parçalanması pahası getirilecek bir “Başkanlık
sistemi”nin faydadan ziyade zarar getireceğini ispata gerek yok sanırım.
Bir başka önemli nokta, “denge sistemi”
kurulmadan “Başkanlık sistemi”nin kurulmaması gerektiği. Yani Başkanın “diktatörlük
eğilimi”ne girmemesi, girse bile bunu icra edememesi için gerekli “denetim
ve güvenlik dengeleri”nin çok iyi oluşturulması lazım. Düşünsenize “milletin
inanç, kimlik ve kişilik değerleri”ne yabancı ve hatta düşman birinin
Başkan olduğunu... Nasıl bir ülke olacağımızı, hayatın nasıl zehir olacağını
kestirebiliyor olmalısınız. Başkan “tek adam” olabilir, ancak “ülkenin
tek sahibi” olmamalıdır.
Güçlü Başkanlık, “ciddi ve köklü bir değişim”e
ihtiyaç duyan ülkemizde, “karar alma ve uygulama mekanizmasının
hızlanması” için isteniyor. “Yanlış kullanıma müsait” olsa da, “köklü
değişikliklerin hızlı bir şekilde yapılabilmesi için” böyle bir sistemin
gerekli olduğuna ben de kaniyim. Eğer Başkanlık sistemi “ülkemiz için elzem olan değişimi
yapabilecek bir mekanizma”yı hazırlamak için getirilecekse ve bu
çizgide tutulabileceği garanti edilebilirse neden olmasın?
Ancak, bu müspet endişenin önemini ayırdedemeyen bir
güruh, Başkanlık sistemi üzerinden “farklı ve tehlikeli beklentiler”
içine girebiliyor. “Şovenistçe, diktatörce bir Başkanlık modeli” hayal edenler
uluorta konuşmaktan çekinmiyorlar. Bunlar, başkanlık sistemi üzerinden “astığı
astık, kestiği kestik bir diktatör” hayal ediyorlar. Onlara göre Başkanlık
Sistemi, “hukukun olmadığı, tek bir adamın ağzından çıkanın yasa haline geldiği,
verdiği kararların mahkeme kararı yerine geçtiği ve mahkemelerin tek adamın
arzularına ve plânlarına uygun karar verdiği/verebildiği, yasama faaliyetlerinin
tek adamın isteklerine göre biçim aldığı bir sistem.” İşte böyle “şovenistçe”
bir yaklaşıma sahip olanların sesi çok çıkınca, esasta Başkanlık Sistemine
karşı olmayanlar da çekince koymak durumunda kalıyor.
Çünkü bu tür hasta ruhlu insanlar, Başkanlık
sistemi gelince insanlar tornadan çıkmış gibi “tek tip” hale geleceğini
ve gelmesi gerektiğini düşünüyorlar. Tıpkı “28 Şubat Cuntası”nın, “tek
tip vatandaş” projesi gibi. Bu sistemde farklı kültürlere, düşüncelere,
yaşam biçimlerine, özlellikle de “iktidara/başkana karşı muhalefete yer
olmayacağı”nı düşünüyorlar; olmaması gerektiğini tasavvur ediyorlar. Bu
yüzden de “ötekileştirici, çatışmacı, ayrıştırıcı bir dil” kullanıp,
ayrıştırılanları tümüyle tasfiye ederek “tek tip itaatkâr sürü toplumu”
oluşturmayı ve bunun üzerine bir iktidar biçimlendirmeyi hayal ediyorlar.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Aslında bunlar “Başkanlık
Sistemi” değil, “Şovenist Diktatörlük” arzuluyorlar.
Mensubu oldukları grubu ve siyasi ekolü öylesine aşırı bir taraftarlıkla
önceliyorlar ki, bu taraftarlıkları, “rakip gruplara/ekollere karşı mutlak ve
ezici bir üstünlük iddiası”na kadar varıyor. Haliyle söylemleri ve
eylemleri kinle, nefretle biçimlenip “rakip gördüklerini ezip geçme, yok etme,
kellesini alma” gibi duygulara kapılmalarına yol açıyor. Başkalarına
karşı hiçbir hoşgörü taşımıyor, hiçbir müsamaha göstermiyorlar. Rakiplerini
ezip geçmek için her yolu meşru sayıyorlar. Hiçbir farklılığa, özellikle de
muhalefete tahammül edemiyorlar. Farklı herkesi ve her grubu
kendisine/grubuna boyun eğerek “mutlak itaat eden sürülere dönüştürme
ideali” taşıyorlar. Liderlerini kutsamaları, “liderim ne yapıyorsa doğrudur”
anlayışına kadar varıyor. Hatta, lideri olmasa hiçbir iyiliğin/güzelliğin
olmayacağını sanıp, zamanla kendisine bu iyilikleri/güzellikleri sağlayan
liderinin, her ne yaparsa yapsın meşru olduğuna, dilediği tasarrufu yapma
hakkının bulunduğuna inanmaya başlıyorlar. Başkalarının da kendi
liderine kayıtsız şartsız itaat etmesini bekliyor; itaat etmeyenin ise başının
ezilmesini talep ediyorlar.
Her ne kadar Ak Parti’nin getirmek istediği model
bu değilse de, sistemi böyle isteyenler türemiş durumda ve bunların seslerinin
çok çıkması insanları ürkütüyor. Bazılarının Başkanlık’tan beklentisi insanı
dehşete düşürüyor: “Yönetim sistemine dair değişikliğin, birilerinden intikam almaya
hizmet edecek bir mekanizmaya dönüştürülmesi”ni önerebilecek kadar
“akıl tutulması” yaşayabiliyorlar. Bunlar adeta “Başkan”ı “kelle avcısı”
olarak, “Başkanlık Sistemi”ni ise “Kelle Avcılığı” olarak tanımlamaya
kalkışabiliyorlar.
Aslında bunların istediği Başkanlık değil, “farklılıkları
ezip geçecek, başkalarına yaşama hakkı tanımayacak bir diktatörlük!”
Buna kim rıza gösterir ki?
“Rejimin de düzeltilmesi” kaydıyla “Başkanlık”a itirazımız yok da, “diktatörlük
hayalı” kuranlara geçit vermemek lazım. Tamamen “hükümet etme biçimi”yle
alakalı olan bir sistemi, “şovenist bir diktatör üretmek”
amacıyla veya beklentisiyle isteyen bu zihniyetin genel kabul görmesine, “hayatı
berbat etme”sine izin verilemez. “Başkanlık”ı hukukun da üzerinde
“diktatörlük” gibi algılayan, “Başkan”ı ise “intikam memuru” olarak
gören böyle bir zihniyete itibar edilemez.
Ak Parti elbette “amigo zihniyetli tipler”in
“şovenist
arzular”ına hizmet eden bir “Başkanlık Sistemi” istemiyordur. Bunun
için, bu tip hasta ruhlu insanların seslerinin kısılması ve sistemin gerçek
kimliğiyle tartışılması lazım.
Bütün bunların üzerine şunu da söylemeden
geçemeyeceğim: Sistem değişikliğiyle efor tüketileceğine, yeni bir rejim
kurgusuyla esas işe yönelmek evla değil mi? “Fanilere odaklanmış sistem
kurgusu”yla fırsatı kaçırmaktansa, hâlâ imkânlar eldeyken “Başkanlık
Sistemi” tartışmasını “esas konu”yla, “Laik-Kemalist Rejim” tarafından yıkılan
“Hilafet Sistemi”nin tekrar nasıl ihya edileceği ile sürdürsek, bunu konuşsak,
artık buna kafa yorsak daha doğru değil mi?
Başkanlık sistemine karşı değilim. Ancak önemli olan,
bu sistemin ne pahasına ve hangi nitelikleri haiz olarak getirileceği.
Giriş
Tarihi: 06.11.2015 (3365)
|