09.11.2015
Hz. Hüseyin’den (ra) söz ediyorum. Hz. Peygamber
Efendimiz’in (sav) torunu. Hz. Ali Efendimiz’in (ra) oğlu.
Hüseyin, İslam
toplumu üzerindeki “ölü toprağı”nı silkeleyip atan, “sulta’ya sorgusuz ve körükörüne itaat”te
varılan zirveyi görüp, kitleleri uyandırmak için harekete geçen, “sürü
psikolojisi”ne son vererek “kilitlenmiş beyinler”in kilidini
açan bir kahraman!
Hüseyin, herkesin
“güç”ten
yana, “iktidar”dan tarafa, “dünyevi sevdalar”ın peşinde, “çıkar”
için “ilahi
ilkeler”den taviz verdiği bir dönemde, “Ümmet-i Muhammed”e lazım
olan, “zalim iktidar”a karşı “ilahi ilkeler” ışığında “kıyam”
etme gerçeğini ve gereğini öğreten, bunu bizzat canını vermek suretiyle pratik
olarak gösteren bir yiğit!
Hüseyin, eğer
Yezid’in saltanatına karşı kıyam etmeseydi, kıyamete kadar müslümanlar “zulme
isyan” etmeyi, “zalim yönetimlere itaat etmeme”yi
bir “müslümanca
yaşam formu” olarak belleyemeyeceklerdi belki de. Çünkü Muaviye’nin
kurduğu ve Yezid’le başlayan saltanat, “iktidara itaat fıkhı” üreterek,
kitleleri “iktidara mutlak itaat etmenin faziletleri”ne inandırmıştı bile.
Ümmet-i
Muhammed’i bu “efsun”dan uyandıran, “kıyamın
önderi” Hüseyin oldu.
Yezid ise, Hz. Ali “halife”
iken, “meşru halifeye isyan ederek iktidarı ele geçiren” babası
Muaviye’den devraldığı saltanatı, “Peygamber’in torununun kafasını kestirecek
kadar zalim bir otokrasi”ye dönüştürdü. Ne gariptir ki, Hz. Ali halife
iken meşru halifeye itaate yanaşmayan ve “isyan ile iktidar kuran Emeviler”,
gücü ellerine alır almaz “iktidara isyan”ı yasaklayan, “itaat”i
bir “yaşam
formu” olarak “zorunlu bir dini gereklilik” gibi
sunan kendi “saltanat fıkhı”nı, daha Muaviye zamanında üretmeye başlamıştı. Yezid’in
yaptığı, bunun pratik örneğini göstermek için Kerbela çöllerinde Hz.
Hüseyin’in kafasını kesmekten ibaretti.
Yezid ile birlikte Ümmet-i Muhammed öyle “kesin
ve keskin bir bölünme” yaşadı ki, artık kıyamete kadar birleşmeleri
mümkün değil gibi. Nasıl ki Kabil ilk cinayeti işleyen kişi, “Ümmet’in
paramparça hali”nin ilk büyük müsebbibi de Muaviye ve bunu zirveye
taşıyan, yerine atadığı oğlu Yezid olmuştu. Nitekim Yezid’in
Kerbela’da yaptığı zulüm ve katliam, seslerini çıkaramasalar da Ümmet’in içine
hiçbir zaman sinmedi. O tarihten sonra analar evlatlarına “Hasan Hüseyin” ismi
verirlerken, “Yezid” ismi, sadece “zalimler için kullanılan bir sıfat”
olarak kaldı, müslümanlar çocuklarına Yezid ismi vermediler.
Burada tarihi yargılayacak değilim. “Tarihi
doğru okumak” ve “zalimi temize çıkarmak için anlamsız
savunma taktikleri geliştirmemek” gerektiğini ifade için bu hakikatlere
işaret ettim. Yoksa, ayet-i kerimede buyurulduğu üzere “Onlar bir ümmet idi, geldi
geçti” demek lazım. Ancak tabiî ki “gereken dersi almak” ve bugün aynı
hataları tekrar etmemek şartıyla.
Ancak bugün müslümanlar arasında “saray fıkhı”nın ağırlığı ve
egemenliği hâlâ süregelmekte. Olup bitenleri “saltanat kültürüyle üretilmiş
devlet yaklaşımı”yla değerlendiriyoruz ve bunun akabinde hiç de hoş
olmayan yerlere varıyoruz. Nitekim bir tarihçimiz, durduk yerde Hz. Hüseyin’in
kafasını kestiren Yezid’e övgüler sunmaya kadar varabilmekte. Hatta, “Hz.
Hüseyin’i yok etmek için ordu gönderen Yezid”in, Hüseyin’in şehadetinde
hiçbir kusuru olmadığını bile söyleyebilmekte. Yezid’i temize çekmek için,
Yezid aleyhindeki sözlerin bir “Alevi propagandası” olduğunu bile ifade
edebilmekte. Neymiş, Yezid’e tavır almakla, Ehl-i Sünnet olarak Yezid’e
haksızlık ediyormuşuz! Daha önce bir siyasetçi de, “Yezid’le Hüseyin karşı karşıya
geldiğinde, bizim tavrımız Yezid’den yanadır” demişti. Bunlar mide bulandıran
nâhoş şeyler tabiî ki.
Biz müslümanız. Müslümanın “tek bir ölçü kaynağı”
vardır; o da “Kur’an”dır. Bu ölçüye uygun “ölçüm işlemi”nin nasıl
yapılacağını gösteren “tek bir pratik örneklik”i vardır, o
da Rasulullah Efendimiz’in “Sünnet”idir. Olup biten ne varsa,
halen ne olup bitiyorsa; olguları, olayları, gelişmeleri, kişileri, kurumları,
sosyal kümeleri, çalışmaları vs., tümünü “Kur’an ve Sünnet ölçüsü”ne vurmak
ve buna
uyuyorsa sahiplenmek, uymuyorsa, hiçbir tevile başvurmadan reddedip karşı çıkmak
temel vasfımız olmalı.
Hiçbir şahsın, hiçbir iktidarın, hiçbir çalışma
grubunun veya kurumun vb., “Kur’an ve Sünnet ölçeği”ne aykırı
bir hali koruma görmemeli, tasvip bulmamalı, kabul edilmemeli. “İlahi
ilkeler”e uyanın başımızın üstünde yeri olmalı, ilahi ilkeleri
çiğneyeni ise ayaklar altına almasını bilmeliyiz.
Bu genel çerçevede, tüm müslümanlar şunun
ayırdına varmak zorunda ve bunu hemen yapıp yollarını buna göre çizmekle
mükellef:
Tarihi bir örneklikten yola çıkarsak, “Hüseyin’in
yanında mı gideceğiz, yoksa Yezid’in yayında mı duracağız?” Hüseyin’in
yolu “Kur’ani
ve Nebevi bir yol”; dünyada acı getirebilir, sıkıntıya düşürebilir, ama
ahiret kurtuluştur. Buna karşılık Yezid’in yanı dünyada zevk ve sefayı,
saltanat ve refahı getirir, ama ahirette kayba sebep olur. Hüseyin’in yoluna girenlerin
dünyası berbat olabilir, ama ahireti âbâd olacaktır; ancak Yezid’in yayında
duranların dünyası âbâd olur, ama ahireti berbat olacaktır.
Müslümanlar “İslami kimlik”lerini seçerken
dikkat etsinler, gerçeği varken sahtesini almasınlar. Hüseyin’in yolu varken, Yezid’in
(ve Yezidleşenlerin) yanında durmasınlar! Olacaklarsa, adam gibi müslüman
olsunlar.
Giriş
Tarihi: 09.11.2015 (4884)
|