18.11.2015
 Biliyorsunuz, “Ayrılıkçı Kürt Haraketi”ni
temsil eden “terör örgütü PKK”dan ve “PKK’nın politik uzantısı HDP”den
hiç hazzetmem. PKK’ya nasıl operasyon yapılıyorsa, PKK’nın politik uzantısı HDP’ye
de, şehir
yapılanması KCK’ya da, Ayrılıkçı Kürt Haraketi’ne destek veren “basın
organları, sivil toplum kuruluşları ve finans/iş çevreleri”ne de ardı
arkası kesilmeyen operasyonlar yapılmasını “en doğru terörle mücadele yöntemi”
olarak görüyorum. Bu operasyonların Ayrılıkçı Kürt Haraketi tasfiye edilene
kadar sürmesi gerektiği kanaatindeyim. Ancak...
Her ne yapılırsa yapılsın, “toptancı bir yaklaşım”dan
kesinlikle kaçınılması gerekiyor. Yani operasyonlarda “herkesi aynı kefeye koyup aynı
muameleyi çekmek” doğru değil. Kim hangi muameleyi haketmişse, sadece
ona gösterilmesi gereken tavır/işlem; onunla teması ne olursa olsun, “suça
iştirak etmemiş veya destek vermemişse”, başkasına yapılmamalı. Sözün
özü, her ne olursa olsun, asla ve kesinlikle “evrensel hukuk ilkeleri”nden
ve “adalet”ten
ayrılmamak lazım. Yine bir başka önemli husus; “Kürt ulusu”nun “kimlik
ve kişilik değerleri”nin kesinlikle baskılanmamalı ve -eğer varsa-, kendi
kimlik ve kişilik değerlerini sürdürüp geliştirebilmesinin önündeki tüm “engeller
ve engellemeler” kaldırılmalı.
Bu kriterlere dikkat etmeden yapılacak her
muamele hiçbir sorunu çözmeyeceği gibi, “eski sorunlar”ın katlanarak
büyümesine ve “yeni sorunlar”ın üremesine yol açacaktır. Sorun çözmek
istiyorsak, “eski alışkanlıklar”ı ve “modası geçmiş devletçi refleksler”i
terketmesini bilmemiz gerekiyor.
Bu genel “usûl” çerçevesinde, HDP Ağrı
Milletvekili Leyla Zana’nın TBMM’deki “yemin tavrı”nda bir sorun
olmadığını anlamış olmalıyız. Ayrılıkçı Kürt Haraketi’nin eylemleri beni ne
kadar irrite ederse etsin, Leyla Zana’nın “yemin tavrı”da nâhoş bir şey görmüyorum.
Bilâkis, “esaslı bir çözümün ilk adımı” olabilecek kadar da gerekli
buluyorum.
Zana ne yaptı, hatırlayalım: Meclis kürsüsündeki yeminine Kürtçe
başladı. Bunda ne var? Kadın Kürt, ana diliyle konuşmasının mahzuru ne?
Zaten “sorun”un bu noktaya gelmesinin ana sebeplerinden biri de “Kürtlerin
anadilinin yasaklanması” değil miydi? Bugün o yasak basında, eğitimde,
iş çevrelerinde, sosyal etkinliklerde vs. her yerde kalktı da, Meclis’te niye
sürüyor? Madem ki “çözümün adresi Meclis’tir” deniyor; o halde “ilk
adım”ı böyle atmış olmak, önemli bir “kritik eşik”i geçmiş
olma bakımından daha uygun değil mi?
Doğrusu, Zana yeminine Kürtçe başladı diye tavır
alınmasını anlamıyorum. Üstelik de söylediği söz güzel bir söz olduğu halde...
Ne demiş Zana, bakalım: “Bi hevîya aşîtî kî bi rûmet û mayînde”;
yani, “onurlu ve kalıcı bir barış umuduyla...” Yahu ne var bunda?
Kadıncağız “bu kirli savaş sürsün” demiyor, “analar varsın ağlasın”
demiyor, “birbirimizi yemeye devam edelim” demiyor. Ya na diyor? “Onurlu
ve kalıcı bir barış umuduyla” diyor. Kötü mü demiş yani?
Şimdi; “niyeti kötü, barış derken ayrılarak barışı
kastediyor” diyenler olacaktır. Artık bu tür yorumlara kulak asacak
değiliz herhalde. Modası geçti bunların. Hem, sen de niyetine değil sözüne bak;
“söyleyenin
niyeti”nin göre değil, “sözün gereği”ne göre yürü. Fena mı
olur?
Zana’nın bu sözü Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dönerek
söylemesini de ben, “Erdoğan’a tavır” olarak değil, “Devletin başı olarak bu barışı ancak
sizin iradeniz sağlayabilir” beklentisi olarak yorumluyorum. Nitekim
Zana’nın bir süredir “çatışmacı bir yaklaşım”dan uzak
durduğunu gözlemlemekteyiz.
Ben böyle düşünüyorum ama bir örnemi yok, zira
yetki başkasının elinde. Nitekim gördük, “modası geçmiş devletçi refleks”
hemen harekete geçti ve “en yaşlı üye” sıfatıyla geçici olarak Meclis Başkanı
görevini üstlenen Baykal, Zana’yı yeminini tekrar etmesi için kürsüye davet
etti. Zana tekrarlamayınca da “TBMM Başkanı” sıfatıyla yemini geçersiz saydı.
Aslında Zana’nın yemin tavrındaki tek “vukuat”
bu değil. Yemin metninde de değişiklik yaptı. Metnin sonundaki “büyük
Türk Milleti” ibaresini değiştirip “büyük Türkiye Milleti” olarak
okudu. Yani metni değiştirdi, metne bağlı kalmadı. Böylece “köhnemiş devletçi reflaks”in
şimşeklerini üzerine çekti.
Bu ülkede sadece Türkler yok ve yasal veya
anayasal olarak, “Türk olmayanı Türk diye vasıflandırmak” doğru değil. Ne kadar
yanlış olduğunu geldiğimiz ortama bakarak anlamış olmalıydık. Yani bence
sorun, Zana’nın metni değiştirmesi değil, bizatihi metnin kendisi.
Anayasanın “milletvekili andı”nı düzenleyen 81. Maddesindeki “yemin
metni”ni okursanız bunu açık seçik görebilirsiniz.
Bu metindeki birkaç noktanın tashih edilmesi,
bundan sonraki “birlikte ve bütün halde yaşama”nın şartı olarak düşünebilir.
Bu kapsamda, Zana’nın attığı adım “doğru bir hamle”ye dönüştürülebilir.
Şöyle ki; mevcut metne göre yemin şu ilkeler üzerine yapılıyor:
1- Devletin
varlığını ve bağımsızlığını koruma,
2- Vatanın ve milletin
bölünmez bütünlüğünü koruma,
3- Milletin kayıtsız ve
şartsız egemenliğini koruma,
4- Hukukun üstünlüğüne bağlı
kalma,
5- Demokratik Cumhuriyete
bağlı kalma,
6- Lâik Cumhuriyete bağlı
kalma,
7- Atatürk ilke ve
inkılaplarına bağlı kalma,
8- Toplumun huzur ve refahı ülküsünden
ayrılmama,
9- Millî dayanışma ve adalet
anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması
ülküsünden ayrılmama,
10- Anayasaya sadakattan
ayrılmama.
Meclis kürsüsünden yemin eden bir milletvekili bu
ilkeler üzerine; “büyük Türk Milleti önünde namusu ve şerefi üzerine” yemin
etmiş oluyor. İşte Zana, buradaki “büyük Türk Milleti” ifadesini,
ülkemizde başta Kürtler olmak üzere başka milletler de olduğu için, “büyük
Türkiye Milleti” şeklinde telaffuz ediyor ve bence, evet, metne sadık
kalmasa da doğru bir noktayı hatırlatmış oluyor.
Milletvekili yemininin “itikadi durumu” üzerinde
duracak değilim. Bunu “Hocalar”a havale ediyor, başka bir
hususa geçiyorum.
Evvela “büyük Türk Milleti” ibaresinin “ülke
gerçeğine uygun olarak tashih edilmesi” lazım. Yine, yemin metnindeki “Laik
Cumhuriyete bağlı kalmak” ve “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalmak”
ibareleri tamamen çıkarılarak; yerine “herkesin kendini bağlı ve sadık hissettiği
inanç ya da başka hangi değer varsa, o” konulmalı. Yani her milletvekili,
illâ da Laik-Kemalist ilkeler ve rejim üzerine yemin etmek zorunda
bırakılmamalı; mesela Hıristiyan bir vekil İncil üzerine, Kemalist bir
vekil Laik Kemalist ilkeler üzerine, İslamcı/Müslüman bir vekil Allah ve Kur’an
üzerine yemin edebilmeli. Hal böyle olunca, her vekilden, yeminini
tutup tutmadığının hesabı, ne üzerine yemin etmişse, onun hukuku ve ilkeleri esas
alınarak sorulmalı.
Yemin metnindeki sıkıntılar sadece bu kadar
değil; ama şimdilik bu kadarını ifade etmekle yetineceğim. Bir milletvekilini
inanmadığı ilkeler üzerine yemin ettirirseniz, yeminine sadık kalmasını da
bekleyemezsiniz, değil mi?
Giriş
Tarihi: 18.11.2015 (2791)
|