28.02.2016
 28 Şubat süreci, İslam’a ve müslümana her türlü hakaretin yapıldığı,
iftiranın atıldığı bir dönem getirmişti. Meselâ, MGK’ya “Fethullah Gülen
Raporu” diye sunulan metinde, İslam’a, sevgili Peygamberimiz’e ve bütün semavi
dinlere hakaret ediliyordu. Üstelik bu rapor, “Türkiye’nin devlet
yapılanması”na dayanak teşkil etmesi için yazılmıştı.
Rapor, sadece din
düşmanlığını yansıtması bakımından değil, tarihî gerçeklerle açık bir biçimde
çelişmesi açısından da bir zavallılık ve çılgınlık belgesiydi. Ancak raporun
bir de “sonsöz” bölümü vardı ki, “İslam”a, “Kur’an”a, “müslüman”a ve “Peygamber
Efendimiz”e hangi gözle bakıldığını ortaya koyan kirli bir itirafname gibiydi.
Şimdi, yazmaya elimiz varmasa da, hakikatleri ifşa etme niyetiyle, bu
hezeyanları verelim:
”Bugünkü
modern insanlık, hâlâ bundan 1400-2000 yıl önce birkaç hayal ve rüya görüp
“Ben, Allah’ı gördüm, onunla konuştum” veya “Ben peygamberim” demiş olan,
birkaç hayalperest ve dengesize mahkûmdur....
Türkiye
ise, bugün hâlâ, bundan 1400 yıl önce yaşanmış olan Muhammed adlı Arap bir
hikayecinin hikayeleri ile korkutulup maddi, manevi sömürülmektedir. Muhammed
öldükten sonra, hikayeleri yandaşlarınca bir kitapta toplanmış ve insanlar bu
kitaba bir de kutsallık vererek taptırılmıştır.
Muhammed
ısrarla, Allah denilen kutsal bir varlıkla görüşüp konuştuğunu (Allah, mensubu
olduğu kabilenin baş putuydu) ve kendisinin de bu Allah’ça peygamber yani elçi
seçildiğini söylemiştir. Ne işe yarar bu Allah ve bu peygamberlik diye
sorulduğunda da; “talan ve gasp edilen malların beşte birinin kendisine ve
Allah’ına ait olması gerektiğini, etrafta beğendiği küçük-büyük (6 yaştan
başlayan) bütün kadınların keyfine göre kendisine helal olduğunu, bu kadınları
idare etmede de Allah’ının kendisine güç verme ve dedikodu anlamında her türlü
yardımı yaptığını söylemiştir. Peki şu Allah’la bir de biz konuşalım dendiğinde
Muhammed, bunun mümkün olmadığını, Allah’ının sadece kendisine konuştuğunu ve
bundan sonra da “tüm cihana hakim ve sonsuza kadar var olacak bu Allah’ın” bir
daha da kimseyle konuşmak istemediğini iddia etmiştir. İnanmazsak ne olur
diyenlere ise, size önce ben ve arkadaşlarım işkence eder veya öldürürüz. Sonra
da Allah’ım, öldükten sonra sizi sonsuza kadar katran kazanlarında haşlar
diyerek çevresindekileri korkutmuştur.
Bugün
Türkiye’ye baktığımızda korkutarak sömürme metodunu başarı ile devam ettiren daha
modern hikayeciler görüyoruz.
Bu
tipte bir hikayeci olabilmenin tabii ki belli bir şartnamesi bulunmaktadır.
Bunlar genelde akıl hastası raporlu, durup dururken ağlayan, konuşurken tik
halinde yaka-paçalarını çekiştiren kişilerdir.
Ancak insanda çok yüce bir cevher
vardır. Bunun adına “VİCDAN” denir. Er geç bu “vicdan” bir insanda açığa çıkar
ve insanlık aydınlanır. Böyle bir insan tüm insanlığın sorumluluğunu
omuzlarında taşır. Amacı, insanlığı aydınlatarak onlara kendi gerçek
güzelliklerini yaşatmaktır. Bilime dayanan akılla aradığı bu gerçeği, tüm
insanlıkla benliksiz olarak paylaşmış olan zeki, dürüst, saygılı ve her şeyiyle
modern bu “vicdanlı” insan YÜCE ATATÜRK’tür.
Atatürk
bir insanlık devrimi yaparak tüm direnmelere rağmen tarihte ilk defa bu “akıl
hastası palavracıları” insanlıktan defetmiştir....
Ancak bir şey unutulmaktadır. Yüce
Atatürk kendi yaktığı “vicdan meşalesini” biz Türk Gençliğine emanet etmiştir
ve bu meşale bu akıl hastası irticacıların nefesi ile sönmeyecek kadar
güçlüdür.
Türk
Gençliği olarak sana söz veriyoruz. Yüce Atatürk, biraz gecikmeli de olsak,
elimizdeki bu meşalenin kıymetini bileceğiz ve insanlığa bir daha hezeyanlarla
dolu günler yaşatmayacağız. Bize emanet ettiğin bu meşaleyle insanlığı
aydınlatacağız.
Çünkü
artık yalnız değilsin. Seni anladık, seni yaşıyoruz.”
Sadece bu hezeyanlarla da
kalınmadı. Örneğin; İslam ülkelerinin, İslam’ı benimsedikleri için cahil
kaldıkları, İslam’ı kabul edenlerin ise cahil oldukları için kabul ettikleri
söylendi. Müslümanların beyinlerinin ve görünümlerinin 1400 sene öncesini
yaşadığı, bugünü anlamaya kapasitelerinin olmadığı iddia edildi. “İslamiyet
insanlara fayda sağlayan bir din olsa idi, kendisini benimseyenlerin bu denli
cahil kalmalarını önlerdi” dendi. Peygamberlerin, gördüğü hayalleri Allah’ın
emri gibi sunan ve Peygamber olduğunu iddia eden -hâşâ- hayalperest ve dengesiz
kişiler oldukları söylendi. Ahiret, hesap günü inkâr edildi ve insanların da
inkâr etmesi sağlanmaya çalışıldı. Tüm müslümanlar “akıl hastası palavracılar”
olarak nitelendi.
ATANMIŞ HÜKÜMETİN İCRAATLARI
28 Şubat Sürecinin
mimarları, aldıkları kararları uygulamayan Refahyol Hükümeti’ni devirdikten
sonra, bu kararları uygulamak üzere yeni bir Hükümet atamıştı. Bu Hükümetin
Başkanı Mesut Yılmaz, “siyasî hayatıma mal olsa da irtica ile mücadeleden
vazgeçmem” diyerek bir dizi icraata başlamıştı. Pek çoğu kanun tasarısı olan
icraatların başlıcaları şöyleydi:
-
Laik cumhuriyete sadakatle bağlı nesiller yetiştirilmesi amacıyla
öncelik, kalıcı sonuçlar verecek olan eğitime verilmiş ve “kesintisiz zorunlu 8
yıllık temel eğitim” kanunlaştırılmıştı.
-
İrticai faaliyetler adı verilen İslami yaşantıya karşı devletin bütün
kurumlarının katılımıyla topyekün bir mücadele verilmesi kararlaştırılmış, bu
çerçevede bütün idari tedbirler alınarak uygulanmış, mevzuat hazırlıkları
yapılmış; devletin bütün kurumlarının bu mücadeledeki koordinasyonunu sağlamak,
politikalar geliştirmek ve bu çalışmaları yürütmek üzere Başbakanlık’ta
“Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu” ve “Başbakanlık İzleme
Merkezi” kurulmuştu. Aynı doğrultuda İslami faaliyetlerin önlenmesi için tüm il
ve ilçelerde valilerin ve kaymakamların başkanlıklarında kurullar oluşturularak
bu örgütlenme tüm yurt sathına yayılmıştı. Bu kurulların çalışmalarını takip ve
Başbakanlıktaki kurulla irtibatlarını sağlamak için İçişleri Bakanlığı
bünyesinde de benzer bir kurul oluşturulmuştu. Başbakanlıktaki bu kurulun adına “Sivil Çalışma Grubu” denilmişti.
Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu’nun başkanlığında Adalet, Dışişleri ve
Milli Eğitim Bakanlıkları ile Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet ve
Genelkurmay temsilcisinden oluşan Sivil Çalışma Grubu, yasa teklifleri bile
hazırlıyordu.
-
İslami faaliyetleri imha etmek için geniş çaplı ve baskıcı bir denetim
mekanizması kurulmuş, bu çerçevede şu yollara başvurulmuştu:
a) Vakıflar, dernekler ile özel
ya da tüzel kişilerce açılan okul, yurt, kurs, pansiyon, dershane vb.
tesislerin denetimi için ilçe merkezli bir denetim mekanizması oluşturulmuştu.
b) İslami faaliyetlerin parasal
kaynaklarının denetim altına alınması için Maliye ve ilgili Devlet
Bakanlığı’nca geniş kapsamlı bir denetim fâaliyetine başlanmıştı. Bu kapsamda,
kurban derisi konusuna el atılmış ve konuya ilişkin olarak İçişleri Bakanlığı,
Maliye Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı gerekli genelgeleri
yayımlamışlardı. Bu çerçevede müslümanların
ticari faaliyetleri Milli Güvenlik Kurulu’nda yeniden masaya yatırılmıştı.
c) Özel radyo ve
televizyonların yaptığı İslami yayınların denetimi için valilikler bünyesinde
denetim birimleri oluşturulmuştu. Bu birimler yayınları takip etmekte ve
ideolojik bakış açısıyla da bakılarak, suç tesbiti durumunda savcılıklara ve
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’na konuyu aksettirmekteydiler.
d) Hükümet, İslami faaliyetlere
ilişkin olarak devletin bütün birimlerince kendisine iletilen ve ulaşan bütün
ihbarları anında değerlendirmiş ve derhal işlem yapmıştı. Bu kapsamda;
·
Başbakanlıkça bir “Kılık-kıyafet Genelgesi” yayımlanarak İslami
kıyafetler bütün kamu alanından uzaklaştırılmıştı.
·
Kamu görevlilerinin İslami faaliyetlere karşı yürüttüğü yok edici
icraatlarının Hükümet tarafından tam olarak desteklendiğine dair her türlü
güvence verilmişti.
·
Laikliğe aykırı eylem ve faaliyetlerle ilgili olarak TBMM’ne sevkedilen
Türk Ceza Kanunu Tasarısında gerekli hükümlere yer verilmiş, bu tasarının
konuya ilişkin maddelerine bazı ibarelerin eklenmesi için gerekli hazırlıklar
tamamlanmıştı.
·
2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı TBMM’ne sevkedilmişti.
·
677 Sayılı Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Hakkında Kanunda, 671
Sayılı Şapka Kanununda, 2596 Sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair
Kanunda yer alan cezaların arttırılmasına ilişkin kanun tasarısı hazırlanmıştı.
·
657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 125’inci Maddesinde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı, 399 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’de
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, 1700 Sayılı Dahiliye Memurları
Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı hazırlanmıştı.
·
Emniyet Teşkilatı Disiplin Tüzüğü’nde değişiklik yapılmış ve
müslümanlığı tesbit edilen Emniyet mensuplarının görevlerine son verilmesi
hükme bağlanmıştı.
·
Vakıflarla ilgili mevzuatta değişiklik yapılması için Türk Medeni
Kanunu’nun Vakıflarla İlgili 73 ve Müteakip Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun Tasarısı hazırlanmış, vakıflarla ilgili kanunda yapılacak değişiklik
gerçekleşinceye kadar bir kısım tedbirler tebliğlerle alınmış ve hemen
uygulamaya konulmuştu. Yine, 2443 Sayılı Devlet Denetleme Kurulu Kurulması Hakkında
Kanun’da Anayasa’nın 108’inci maddesindeki hükme paralel değişiklik tasarısı
hazırlanmıştı.
·
Cami yapımı ve yönetimi ile ilgili olarak hazırlanan kanun
tasarılarında, cami yapımının Diyanet İşleri Başkanlığı’nın belirleyeceği
esaslara göre düzenlenmesi için İmar Kanunu’nda Değişiklik Tasarısı ve
camilerin yönetiminin Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yerine getirilmesi için
kanun tasarısı hazırlanmıştı. Buna göre,
“Cami ve mescitler Diyanet İşleri Başkanlığı’nın izni ile ibadete açılır ve
Başkanlıkça yönetilir. Hakiki ve hükmi şahıslar tarafından yapıldığı halde
izinli veya izinsiz olarak ibadete açılmış bulunan cami ve mescitlerin denetimi
üç ay içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilir” şeklindeki yeni
uygulamalarla inanç özgürlüğü biraz daha devlet tekeline alınmıştı.
·
Pompalı ve Yarı Otomatik Tüfeklerle İlgili olarak, 2521 Sayılı Kanunda
değişiklik tasarısı hazırlanmış, Bakanlar Kurulu’nca Meclis’e sevkedilmişti.
·
2499 Sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nda yapılan değişiklik tasarısı
Bakanlar Kurulu’nda görüşülmüş ve karar imzaya açılmıştı.
·
3182 Sayılı Bankalar Kanunu değişiklik tasarısı çalışmaları
sürdürülmekteydi. Bu kapsamda, faizsiz özel finans kurumlarının kapatılması ya
da faize bulaştırılması tasarlanıyordu.
·
Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurulları Yönetmeliği’nde değişiklik
yapılmıştı.
·
Kur’an Kursları Yönetmeliği yürürlüğe girmişti. Danıştay’ın bu
yönetmeliğin bazı maddelerine ilişkin yürütmeyi durdurma kararından sonra bu
konunun kanunla düzenlenmesine ilişkin yasa teklifleri Meclis’e gönderilmişti.
Kur’an kurslarına gidişte yaş sınırlaması getirilerek, Kur’an öğretimine darbe
vurulmuştu.
·
Ülkemizin din adamı ihtiyacını belirleyen (1998/2010) “Temin planı”
hazırlanmıştı.
·
Silah ruhsatlarının verilmesine kısıtlama getirilmişti.
·
420 Sayılı MGK kararı doğrultusunda yurtdışında özel olarak eğitim
gören öğrenciler konusunda Milli Eğitim Bakanlığı’nın koordinatörlüğünde yasal
ve idari tedbirlerin alınması için gerekli çalışmalar başlatılmıştı.
...
BRİFİNG’DEN BRİFİNGE KOŞANLARINDIR...
28 Şubatçılar tarafından bir de “Brifing Serisi”
başlatıldı. Demirel’e, yargı mensuplarına, bazı gazete yazar ve yöneticilerine brifing verildi. Bu brifinglerde irticanın
artık en önemli, yani birinci tehdit olduğu açıklanıyordu. Genelkurmay bu
programa göre gerekirse “silahlı mücadeleye bile” girişeceğini açıkça
belirtiyordu. Bunu diğer irtica brifingleri takip ediyor, bütün Türkiye
“irtica” konusunda bilgilendirilmeye çalışılıyordu!
İrtica yeşil cübbeli, uzun sakallı, sünepe
biriydi önceleri. Ne var ki, Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde “irticai
faaliyetleri izlemek maksadıyla” oluşturulan “Batı Çalışma Grubu”nun hazırlayıp
sunduğu belgelere bakılırsa, artık irtica ekonomik/iktisadi ve finansal
faaliyetlerde ve sanayide kartelci rantiye çevrelerini rahatsız edici mesafeler
katetmişti. Ara dönem medyasının değişmez canavarı olan irtica, artık iş adamı
olmuştu; finans, eğitim, sağlık, sanayi ve hizmet sektöründe önemli bir yere
sahipti. Bu da rantiyecileri rahatsız ediyordu. Ordunun bütün yapılanması buna
göre ayarlanıyordu bundan böyle.
Bu brifinglerin en meşhur olanı, Genelkurmay Başkanlığı tarafından,
“Genelkurmay İstihbarata Karşı Koyma ve Güvenlik Dairesi” Başkanı Tümgeneral
Fevzi Türkeri’nin ağzıyla verileniydi. Bu brifing, esas itibariyle “muhtıra”
olarak değerlendirilmiş olup, “darbe yanlıları”nı da deşifre etmişti. Brifingde
verilen temel mesajlardan bazılarına şöyle işaret edebiliriz:
·
Siyasal İslamcılar, Şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmak amacıyla
laik devleti ele geçirmek üzeredirler.
·
Tüm kurum ve kuruluşlarda Siyasal İslamcılara bağlı kadrolar vardır.
·
Siyasal İslamcıların böylesine gelişmesi, “çok partili hayat”a geçişten
sonra ve “demokrasi şemsiyesi” altında olmuştur.
·
Esaslarını Atatürk’ten alan laik devletin temelleri tehlikededir.
·
Laik devlete karşı oluşumlar bireysellikten çıkıp kitleselleşmiştir.
·
Laik kimlik yerine din kimliği kabul edilemez.
·
Ülkenin siyasal isminin sadece Türkleri değil, bütün unsurları
kuşatacak tarzda değiştirilmesi düşünülemez.
·
“İslam mutlaka iktidar olmalıdır” fikriyatına sahip olanların önünün
kesilmesi için, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın denetiminden geçmeyen hiçbir dini
söyleme müsaade edilmemelidir.
·
Refahyol Hükümeti, siyasal İslamcıların başta teşkilatlanma ve
kadrolaşma olmak üzere bütün alanlarda yoğun faaliyete geçmelerinin zeminini
hazırlamıştır.
·
Başörtüsü yasal koruma altına alınmak istenmektedir.
·
“Ümmet” bilinci gelişmektedir.
·
28 Şubat kararlarının uygulanmaması yönündeki faaliyetlere son
verilmelidir.
·
Siyasal İslamcılara taban kazandıran dini eğitim veren kurumlar, 8
yıllık kesintisiz eğitim ile işlevsiz bırakılmalıdır.
·
Ordudan atılan İslamcı subaylara iş verilmesi kabul edilemez.
·
İslamcı kesim, TSK’ni “din düşmanı” olarak tanıtmaktadır.
·
İslamcı kesimler İran, Suudi Arabistan, Libya ve Sudan tarafından
desteklenmektedir.
·
İslamcıların Siyasal Bilgiler Fakültesi, Polis Akademisi gibi idareci
yetiştiren okullara yönelmesinin önüne geçilmelidir.
·
İmam-Hatip Okulları ve Kur’an Kursları işlevsiz bırakılmalıdır.
·
İslamcılar, iktisadi hareketler ve ekonomik güç bakımından da
büyümektedir.
·
Türkiye’nin güvenliği bakımından birinci tehdit, laik devlete karşı
gelişen İslami akımların teşkil ettiği “iç tehdit”tir.
·
İç tehdidin hedef aldığı ve devletin Atatürk ilke ve inkılapları
doğrultusunda temellerini oluşturan “tek millet, tek vatan, tek devlet, tek
dil, tek bayrak” esaslarından vazgeçilemez.
·
Ordu; Anayasa, İç Hizmet Kanunu, MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu,
Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu gibi temel
normlara dayanarak, gelişmelere el koyma eğilimindedir.
·
Devletin laik temellerinin dış tehditlere karşı olduğu gibi, iç
tehditlere karşı korunması da TSK’nin vazifesidir.
·
Bütün bunlara dayanarak TSK’nin, “durumdan vazife çıkarmak” suretiyle
gelişmelere el koymaya hakkı vardır.
Brifingde yer alan temel mesajlar elbette sadece
bunlardan ibaret değildi. Burada, bazılarına kısaca işaret ettik, o kadar.
Ancak, bu brifingin gösterdiği şey şuydu: Artık 28 Şubatçılar devlete el
koymaya ve İslami gelişmelerin kökünü kazımaya kesin olarak karar vermişlerdi.
KUR’AN
VE İMAM-HATİP DÜŞMANLIĞI
Mesut Yılmaz, 28 Şubatçıların atamasıyla Hükümeti
kurarak göreve başladıktan sonra, ilk olarak, “irtica ile mücadelenin öncelikli
hedefleri olduğunu” açıkladı. En başta da “Kesintisiz Sekiz Yıllık Eğitim”i
getiren kanun tasarısını jet hızıyla meclisten geçirerek 97-98 öğretim yılında
orta öğretim kurumlarında uygulanmaya başlandı. Böylece bir taraftan ilköğretim
kesintisiz olarak sekiz yıla çıkarılmış oluyor, bir taraftan da İmam Hatip
Okullarının ve Kur’an Kurslarının kendiliğinden kapatılması için doğal zemin
hazırlanmış oluyordu. Bu icraatıyla “Atanmış Hükümet”, 28 Şubat kararlarının
uygulanmasındaki ilk sınavını başarı ile vererek “28 Şubatçılar” karşısındaki
rüştünü ispat etmiş oluyordu.
YENİ
TALİMATLAR, YENİ KARARLAR
20
Mart 1998 günü Kuvvet Komutanları Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı
başkanlığında toplanarak “muhtıra” niteliğinde bir “bildiri” yayımladı. Aslında
bu, “D-Anasol Hükümeti”nin 28 Şubat kararlarının uygulanmasında karşılaştığı ve
seçmene yönelik sıkıntıları aşabilmesi için ihtiyaç duyduğu ortamı
hazırlayabilmek amacıyla Yılmaz ile askerler arasında var olduğu söylenen,
“kriz çıkartılması yönündeki zımni anlaşma”nın tatbikinden ibaretti. Bu
muhtıranın hemen ertesinde bazı uygulamalar hızla yürürlüğe konuldu:
-
Ortaöğretim kurumlarında başörtülü öğretmenlerin
ve öğrencilerin derslere girmesi yasaklandı.
-
İstanbul Üniversitesinin bazı fakültelerinde
başörtülü öğrenciler derslere alınmadı. Başörtüsü krizini daha da geniş bir
alana yaymak üzere İstanbul Üniversitesinde sakallı öğrencilerin okullara
alınmaması kararı alındı.
-
YÖK başkanlığında 75 Üniversite rektörü Milli
Güvenlik Kurulu’ndan birkaç generalin de katılımıyla Ankara’da bir araya
gelerek, tüm üniversitelerde başörtüsünün yasak olduğuna dair karar aldılar.
-
Mesut Yılmaz ANAP grubunda bir konuşma yaparak,
“Hükümetin en önemli üç görevi, enflasyonla, terörle ve irtica ile mücadeledir”
dedi.
-
Millî Güvenlik Dersine giren bazı hocaların
başörtülü öğrencileri bahane ederek sınıfı terketmeleri üzerine, toplu sınıfta
kalmalar yaşandı.
KAVGANIN ARKA PLÂNINDA YATAN BİR GERÇEK!
Bütün bu kavganın arka
plânında başka birşeyler de var mıydı? Mesela, asıl kavga rant kavgasıydı da,
bu görünürdeki metodla kazanılmasına mı çalışılıyordu? Bu kapsamda şu hususlara
dikkat çekmek istiyorum:
28
Şubat sürecinin ardında, rantiye sınıflarının kendi aralarındaki çekişmelerinin
ve çıkar çatışmalarının son haddine çıkmasının olduğu söylenebilir miydi? Ordu,
kartel medyasının da içinde olduğu rantiye sınıfının yanlış bilgilendirmesi ve
yönlendirmesiyle mi yönetime el koymaya kalkışmıştı? Ya da 28 Şubatçılar, iddia
edildiği gibi bizzat rant kavgasının merkezinde mi bulunuyordu?
Bu
sualler çerçevesinde kesin bir şey söylemek güç. Ancak, bazı işaretlerden yola
çıkarak böyle bir kurguya varılabilir mi diye birkaç hususa dikkat çekmek
istiyorum.
* * *
Genelkurmay'da
oluşturulduğu söylenen ve görevi “Şeriatçıları” izlemek olarak açıklanan “Batı
Çalışma Grubu”, değişik “brifingler”de, “Şeriatçı” kesimlerin ekonomik
kaynaklarının kurutulmasına özel bir ağırlık vermişti. Sermayesini
“İslamcılar”ın koyduğu bazı holdingler ve şirketler “Şeriatçı” kesimin finans
kaynağı olarak bu brifinglerde ortaya konulmuştu. Genelkurmay'ın bu
faaliyetleri, 1997 Ocak ayında TÜSİAD'ın “demokratikleşme paketi”yle birlikte hızlanmış
ve alenileşmişti.
Kavganın
esasta ekonomik kaynaklar üzerinde yürütüldüğünün en bariz örneği şöyleydi:
Devlet
destekli Koç Holding’in TOFAŞ-FİAT otomobilleri ile OYAK’ın RENAULT
otomobilleri, 1990’lara kadar ülke içi pazarın rakipsiz otomobilleriydi.
“İslamcı sermaye”nin otomotiv sektörüne el atması ve belli bir tüketici
kitlesini baştan kendisine bağlamasından en fazla etkilenen kesimler, haliyle
bu iki otomotiv şirketiydi.
OYAK’ın,
yani Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun bundan birinci dereceden etkileniyor olması,
kaçınılmaz olarak “askerler”in devreye girmesi demekti. Ancak OYAK’ın tek
faaliyet alanı otomotiv sektörü de değildi. OYAK’ın sahip olduğu şirketler
arasında Tam Gıda, Entaş Tavukçuluk, Tukaş Konservecilik, Pınar Et Ortaklığı,
Kutlutaş Holding gibi büyük şirketler bulunmaktaydı. Tam Gıda, OYAK’ın İslam
Kalkınma Bankası ile ortak kurduğu bir şirketti. Bu ortaklık bile, 28 Şubat
sürecindeki gelişmelerin, gerçekte bir “laiklik” ya da “irtica” sorunu
olmadığını açık biçimde göstermekteydi. Nitekim, “İslamcı sermaye” denilen
kesimin temel faaliyet alanlarına bakıldığında, OYAK ile olan çatışmasının ne
boyutlarda olduğunu görmek mümkündü. Ancak bu çatışma uzun süreden beri devam
etmekle birlikte, çatışmayı şiddetlendiren olaylardan birisi otomotiv alanında
ortaya çıkmış, diğeri de gıda ürünleri alanında olmuştu. Kısacası, ordunun
doğrudan içinde yer almasına yol açan olaylar dizisi, “generaller”in en önemli
gelir kaynaklarından olan OYAK’ın “İslamcı sermaye”nin gelişmesinden birinci
derecede etkilenmesiyle bağlantılıydı.
Aslında Ordunun iktisadi
faaliyetlere bulaştırılarak devlet içinde kimseye ve hatta devlete de ihtiyaç
durmadan güçlü bir konum elde etmesi süreci Demokrat Parti (DP) döneminde
başladı. Kemalist döneminin bütün kalıntılarını tasfiyeye girişen DP,
Genelkurmay Başkanı dahil 15 general ve 150 albayı emekliye sevketmekle başladı
işe. Ordu üst kademelerindeki temizliğin ardından yeni perspektifle orduya
şekil vermek daha kolaydı. Nitekim askeri okullardaki eğitim sistemi
değiştirilerek ABD’nin, güdümündeki tüm ülkelerin ordularına dayattığı yeni
eğitim sistemi uygulamaya sokuldu. ABD’nin güdümündeki ülkelerin subaylarını
eğittiği “Sout-hern Command”, “İnter-Amerikan Defense College”, “USARSA” vb.
tipindeki okulların işlevini, ülkemizde, öğrencilerini daha lise çağından
alarak eğittiği, TC Ordusunun Askeri Liseleri, Harp okulları ve Harp
Akademileri görmektedir.
Böylece daha okul çağlarında
toplumdan soyutlanarak belli bir zihniyetle donatılan askeri personel,
toplumsal yaşamdan bir kast gibi ayrılmış, topluma yabancılaştırılmıştır.
Giyim-kuşamıyla, eğlence ve dinlence yerleriyle, alışveriş merkezleriyle,
barındıkları bölgelerin ayrılmasıyla ordu; toplumdan koparılmış, ona
yabancılaştırılmış ve dışındaki her gücü “potansiyel düşman” olarak gören bir
kast haline getirilmiştir. Böyle bir ordu “ulusal” tüm özelliklerden koparılmış
olduğundan, toplumsal kimlik değerlerine uygun gelişmeleri rejime karşı
girişilen “toplumsal muhalefet olarak algılamakta ve “ezmek” istemektedir.
Ordunun toplumdan soyutlanmasına
yol açan önemli gelişmelerin başında, askerlerin çıkarlarının, tekellerin
çıkarlarıyla bütünleştirilmesi gelir. Ordu-holding çıkar birliğinden tam bir
başarı elde edilebilirse, o taktirde ordu, holdingleri tehdit eden her
gelişmenin karşısında olacak, canla başla karşı koyacaktır. Çünkü kendi
çıkarları tehlikededir aynı zamanda. İşte Orduya oynanan oyun buydu.
Böyle bir bütünleşme süreci
1960’larda başlamış, 80’li yıllarda büyük bir ivme kazanarak tamamlanmıştır.
1960’lara kadar ordu mensubu olmanın hiçbir özel avantajı yokken bugün ordu
mensupları aynı düzeydeki sivillere göre çok üstün koşullarda yaşamaktadırlar.
1960’lardan bugüne kadar izlenen süreçte kurulan lojmanlar, ordu pazarları,
ordu gazinoları, ordu dinlenme tesisleri, OYAK, ordu vakıfları vb. kuruluşlar,
orduyu kendi içine çekmenin, toplumdan soyutlamanın önemli araçlarından biri
olmasının yanı sıra düzene bağlılıkla hizmet etmesinin de ödülü gibidir. Bu
doğrultuda resmi adıyla “ordunun ekonomik durumunun düzeltilmesi” programı
uygulamaya sokulur. Programın bir öğesi, ordu kadrolarının tamamen sistemle
bütünleşmesine yönelik ekonomik kuruluşların oluşturulması, geliştirilmesidir.
OYAK bu işlevi yerine
getiren sürecin temel örgütlenmesi olmuş, hızla geliştirilmiş, yatırımları ve
katılımları artırılmış, faaliyetleri yaygınlaştırılmıştır. OYAK’ın bu gelişimi
ülkemizin en büyük holdinglerinden ikisi ile kıyaslandığında daha iyi
görülebilir. 1976-85 arasındaki süreçte Sabancı Holdingin kârı 68.1 kat, Koç
Holdingin kârı 39.7 kat artarken OYAK’ın kârı 47.9 kat artmıştır. Böylece Ordu
üst bürokrasisi, sermaye sınıfının önde gelenleri arasında yer almıştır.
Ordu ile yerli-yabancı
tekeller iç içe geçerek ortak çıkarlara sahip hale getirilmiş ve Ordunun mevcut
sistemle her alanda tamamen bütünleşerek, aynı zamanda kendi sınıf çıkarları
gereği düzene sahip çıkması, koruması sağlanmıştır. Vakıflar ve OYAK, ordunun
yerli ve yabancı tekellerle bütünleşmesinde büyük rol oynayan kuruluşlardır.
Ayrıca bütünleşmeyi sağlamanın bir yolu, ordu üst kademesinden generallere
emekliliklerinde hizmetteki yararlılıklarından dolayı mükâfaat olarak verilen
çeşitli şirket, tekel ve bankalardaki yönetim kurulu üyelikleridir. Bunun bir
başka yolu ordu üst kademesine emekliliklerinde holding yönetimlerinde iş
vermek iken, bir diğer yolu da, her biri Türkiye’nin en büyük tekelleri arasına
giren OYAK ve ordu vakıfları yatırımlarının kârlarından pay vermektir.
12 Eylül ile gelen Askeri
Yönetim’in açtığı Ordu Vakıflarına bağış kampanyası sonucunda, vakıfların
toplam varlığı astronomik rakamları bulmuştur. Ordu vakıfları 1985’te bir araya
toplanarak “Silahlı Kuvvetler Güçlendirme Vakfı” kurulmuş ve bu da, aynı yıl
kurulan “Savunma Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı”na
bağlanmıştır. Bu idarenin denetlediği “Savaş Sanayii Fonu”, 1988’de 1,5
trilyonu aşmaktadır. Bunun, tüm fonların (62 fonu buluyor ve bunlarda ne kadar
para toplandığı hakkında kesin rakamlar bulunamıyor) yaklaşık 1/5’ini
oluşturduğu söylenmektedir. Bu, OYAK dışında ikinci bir sermaye birikimidir.
Askeri harcamalar ise 12
Eylül 1980 darbesinden itibaren denetim dışı bırakılmıştı.
“BATI ÇALIŞMA GRUBU”
“Şeriatçı
tehlikeye karşı ordunun hassasiyeti” mantığıyla başlayan sözler, giderek
“ordunun yönetime el koyması”nın biçimlerinin tartışılmasına yöneldi. “Şeriatçılık”
ile “laiklik” karşıt iki kutup olarak ortaya çıkarıldı. Bu kutupsal karşıtlık,
somutta Refah Partisi’nin ağırlıklı bir yere sahip olduğu “Şeriatçılar” ile
Genelkurmay’ın başını çektiği “laikler” arasında bir karşıtlık olarak kitlelere
yansıtıldı. Bu mücadelenin hazırlıklarını laikler adına yapmak üzere de, “Batı
Çalışma Grubu” adıyla bir ihtilal komitesi kuruldu.
Bu
grup, değişen
konsept hakkında kamuoyunu bilgilendiriyor, istihbarat çalışmaları yapıyor,
kişileri, kurumları, vakıfları ve şirketleri fişliyordu. Batı Çalışma Grubu’nun
ülke içinde hangi kriterlere göre suç tayin edip ona göre istihbarat çalışması
yaptığı, hiçbir kanuna dayanmadan Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ve Emniyet’in
görev alanlarına müdahale yetkisini kimden ve nereden aldığı, elde ettiği
bilgileri ne zaman ve ne maksatla kullanacağı, il ve ilçelerdeki mülki
amirlerin biyografilerinin çıkarılmasının, siyasi parti ve sivil toplum
örgütlerinin siyasi tavırlarıyla ilgili değerlendirme ve tesbitlerin ne işe
yarayacağı gibi pek çok sual, karanlıktaydı.
Batı Çalışma Grubu’nun
deşifre olması, Emniyet İstihbaratının, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan belge
sızdırmasıyla gerçekleşti. Bu belge, bu grubun faaliyetleriyle ilgili çok gizli
talimatları ihtiva ediyordu. Belgede, Genelkurmay’ın birinci tehdit ilân ettiği
irtica ile gerekirse gireceği “silahlı mücadele” için özel olarak oluşturduğu
Batı Çalışma Grubu’nca yürütülen istihbarat faaliyetlerinin esasları
düzenleniyordu. Bütün Ordu personeli Batı Çalışma Grubu’nun doğal üyesi sayılıyordu.
Bu durum, Emniyet Teşkilatı ile asker arasında da sürtüşmelere yol açtı.
Emniyetin darbe dahil rejime yönelik her türlü tehdidi takibine mesnet olan
Polis Vazife ve Selâhiyet Kanunu’nun ek 7. maddesine askerler karşı
çıkıyorlardı.
Askerler, ülkeyi bölmek için yıllardır silahlı mücadele yürüten PKK’yı
ikinci plâna düşürmüş, birinci düşman sandalyesine “irtica” diye
adlandırdıkları İslam’ı oturtmuşlardı.
Batı Çalışma Grubu’nun bilgi ihtiyacını
karşılamak için Tabur düzeyindeki bütün bağlı birliklere gönderilen emirlerin,
aslında “irtica” ile ilgili istihbarat çalışmalarından çok, devlet ve sivil
toplum örgütlerinin tamamını ilgilendiren bazı konuları içerdiği anlaşılıyordu.
Söz konusu emirlerde Batı Çalışma Grubu’na gönderilen bilgi ve raporlara ek olarak
talep edilen bilgilerden bazıları, ülkenin içinde bulunduğu sürecin niteliğini
göstermesi bakımından da ibret vericiydi:
-
İl ve ilçelerdeki tüm dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve
işveren sendikaları ve konfederasyonlar; yüksek öğrenim kurumları; yurtlar;
vali, kaymakam, büyükşehir belediye başkanları ve belediye başkanları gibi üst
düzey yöneticiler ile müdür, daire başkanları gibi diğer mülki makamlarda
bulunan görevlilere ait biyografiler, anılan şahısların siyasi görüşleri; il
genel meclisi ve belediye meclis üyeleri; siyasi partilerin il ve ilçe
teşkilatları yönetim kadroları; yerel televizyon, radyo, gazete, dergi ve diğer
basın yayın kuruluşları tesbit edilecek ve takibe alınacaktı.
-
Devlet görevlileri ve sivil toplum örgütlerinin yöneticileri siyasi
görüşlerine göre sınıflandırılacaktı ve bilgi formlarına işlenecekti.
-
Bu işlerle ilgili çalışmalarda, Ordu personelinin yanında, onların eş
ve çocukları da görevlendiriliyordu. Ordu’nun tüm personeli ve aileleri birer
haber toplama vasıtası olarak tayin edilmiş, bunların elde edeceği her türlü
belge, bilgi ve haberin bu konunun üst komutanlık tarafından bilinip
bilinmediği yorumu yapılmadan, silsileler yoluyla üst komutanlığa ulaştırılması
ve personelin bu hususta bilgilendirilmesi
karara bağlanmıştı.
-
Kimi ordu birlikleri, tüm gayretlerini sefere dönük plânların başarı
ile uygulanması için hazırlık faaliyetlerini arttırmaya hasretmekle
görevlendirilmişti. “Ne zaman başlayacağı belli olmayan silahlı mücadele için
içerisinde bulunduğumuz zaman dilimi bir ateşkes dönemi olarak değerlendirilip,
muharebeye dönük her türlü hazırlığımızı en yüksek duruma çıkararak ulaşmış
olduğumuz seviyeyi muhafaza edeceğiz” türünden emirnameler veriliyordu. Artık
28 Şubatçılar, toplumun büyük bir kesimiyle topyekün savaşa hazırlanıyordu.
Basın da bunu, “topyekün savaş” manşetiyle duyurmaktan geri kalmıyordu.
“BATI HAREKÂT KONSEPTİ”
Bu Batı Çalışma Grubu, aynı zamanda “Batı Harekât Konsepti” adıyla da
şu açıklamalarda bulunmuştu:
-
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluğundan bugüne kadarki en büyük
irticai tehdit ile karşı karşıya bulunmaktadır. TCK’nın 163. maddesinin
yürürlükten kaldırılması ve mevcut yasaların uygulanmaması, irticai kesimin
önünü açmış, irticai akımların büyük bir ivme kazanmasına neden olmuştur.
-
Bugün önemli bir çok devlet kadrosu, irticai kesimlerin
eline geçmiştir. Milli eğitim ve emniyet teşkilatına sızılmış, mahalli idare ve
kamu iktisadi teşebbüslerinin büyük bölümünde kadrolaşmanın alt yapısı tesis
edilmiştir.
-
Milli Gençlik Vakfı tarafından inşa edilen öğrenci yurtları
içerisinde atış poligonlarına yer verilmekte ve “Özel Koruma Timleri” teşkil
ederek, irtica ordusunun altyapısını oluşturmaya gayret etmektedir.
-
İrticai kesim, amaçlarına ulaşmada en büyük engel olarak
Türk Silahlı Kuvvetlerini (TSK) görmektedir. Bu nedenle TSK’ya sızma
girişimlerini büyük bir gizlilik içinde inatla sürdürmektedir.
-
İrticai kesim, açtığı birçok özel okul vasıtasıyla Atatürk düşmanı gençler yetiştirmektedir.
Diğer taraftan camilerdeki imamlar vasıtasıyla din duyguları sömürülerek,
irticai bir toplumun süratle büyümesine önem vermektedir.
-
Toplum tarafından kabullenilmiş bir çok kutlamalara
alternatif olarak amacı ve gerekçesi belli olmayan ve genelde “Fetih Gecesi”
olarak isimlendirilen kutlama günlerini düzenlemek suretiyle, irticai duyguları
güçlendirmeyi ve insanları çağdaş yaşamdan soyutlamayı amaçlamaktadır.
-
İktidarın silahla ele geçirilmesi gerektiğinde, ihtiyaç
duyacağı silahlı gücü yaratma ve silah temin etme amacıyla, başta radikal
İslamcı guruplar olmak üzere hızla silahlanmaktadır.
-
Mevcut seçim yasası ve eğitim sisteminin devam etmesi
halinde 2000 yılı milletvekili genel seçimlerinde, milli görüşçü partilerin din
eğitimli seçmenin etkisiyle, toplam oyların yüzde 34’ü ile tek başına iktidara
gelerek ülkede dine dayalı devlet düzenini kurabilecek ve her türlü değişikliği
yapabilecekleri, 2005 yılı milletvekili genel seçimlerinde de yaklaşık 6 milyon
500 bin ilave din eğitimli seçmenin etkisiyle toplam oyların yüzde 67’sini
alarak, her konuda mutlak sonucu elde edebilecekleri değerlendirilmektedir.
Süratle değişiklik sağlanmadığı takdirde 2000 yılında meşru yollardan iktidarı
ele geçirecekleri ve yanlarına aldıkları halk desteğiyle de Cumhuriyetin temel
niteliklerinde istedikleri şekilde değişiklik yapacakları, eğer bu günden ciddi
ve köklü tedbirler alınamaz ise önümüzdeki birkaç yıl içinde müdahale etme ve
önlem alma imkânının bile kalmayacağı değerlendirilmektedir.
-
Cumhuriyetimizin niteliklerinden en önemlisi olan laiklik
karşıtı görüşler, “milli iradenin üstünlüğü” aldatmacasıyla topluma
özümsetilmeye çalışılmaktadır.
-
İrticai unsurların TSK’yı yıpratıcı çalışmalarına karşı
bütün ülke sathında infial ve tepki uyandıracak projeler geliştirilmeli ve bir
aksiyon planı hazırlanarak, silahlı kuvvetler temsilcilerinin dışındaki Atatürkçü
kişi ve kurumların neler yapabileceği plânlanmalıdır.
-
İrticai faaliyetlerin beşiği durumundaki okul, dershane ve
kursların kontrol altında tutulabilmesi için subay/astsubay ve güvenilir devlet
memurlarının, öğretmen eşlerinin gönüllü olarak bu okullar ve dershanelerde
görev almaları sağlanmalıdır.
-
İrtica konusunda beyni yıkanmış olarak kıtaya gelen bir
personelin vasat eğitimcilerle eğitilmesi mümkün görülmemektedir. Özel
tedbirler alınmalı ve bu konudaki eğitim faaliyetlerinin seçilmiş, uzman personel
tarafından yapılması sağlanmalıdır.
İşte bu açıklamalarla,
basında manşetten verilen “Topyekün Savaş”ın alanları da bir ölçüde açığa
çıkmış oluyordu.
BATI ÇALIŞMA GRUBUNUN ORTAKLARININ ÇIKARLARI?
Pozitif hukuk bakımından
tamamen kanunsuz ve mesnetsiz bir kuruluş olan Batı Çalışma Grubu’nda toplanan
farklı kesimlerin bir arada bulunma gerekçeleri şunlardı:
·
Bazı askerler, “Hükümetin değil, bizim dediğimiz olsun” istiyorlardı.
·
Bazı siyasiler, partilerinin erimesinden ve seçimlerde barajı
aşamamasından, böylece siyasi hayatlarının bitmesinden korkuyorlardı.
·
Bazı işadamları, rant kapılarının kendilerine yine eskiden olduğu gibi,
ardına kadar açılmasını ve “İstanbul Dükalığı”na herhangi bir zarar gelmemesini
istiyorlardı.
·
Bazı “sivil gruplar”ın liderleri, teşkilatlarındaki saltanatlarını
devam ettirmek istiyorlardı.
·
Rantiyeci medyanın derdi ise başkaydı; faizi düşük krediler ve yeni
yeni büyük teşvikler istiyorlar.
İŞTE BÖYLE BİR DEVLET...
Bütün bunların ardından,
“işte böyle bir devlet” diye söze girdikten sonra, iç karartan neticelere
ulaşıyoruz. Bu devletin ülkesinde “demokrasi”nin var olduğu söylendi. Ama tam
anlamıyla “Totalitarizm” uygulandı. Bunun bazı özellikleri de şöyleydi:
-
Resmi bir ideoloji vardı. Partilerin tâbî olduğu
tek bir doktrin hakimdi.
-
Polis kontrol sistemi had safhadaydı.
-
Propaganda araçları tek elde toplanmıştı.
Basın-yayın organları, resmi ideoloji dışındaki her şeyi karalamaya
zorlanıyordu.
-
Silahlı kuvvetlerin tek elde toplanması esastı.
-
Tek tip eğitim sistemi dayatılmıştı.
-
Bütün ekonomi merkezden yönetiliyordu.
-
Gücü ele geçirenler, tek sosyal gerçek olarak
kendi gerçeklerini dayatmışlardı.
-
Dayatmalar totaliter uygulama ve zorlamalarla
kanun haline getirilmişti.
-
Yeni ilkeler getirilerek geçmiş tarih, kültür,
din, folklor... sıfırlanmıştı.
-
Uluslararası bilim kuralları dahi ilkel ilân
edilerek yeni bir dil anlayışı ortaya konulmuştu.
-
Hukuk devrimleri ile Türkiye’de yaşayan
insanların değer yargıları çatıştığından, ülke bir “kolluk kuvvetleri,
karakollar ve cezaevleri ülkesi” haline gelmişti.
-
“Eğitim’de Birlik” adına “tek tip bir toplum
oluşturma” projeleri geliştirilmişti.
-
“Türedi Burjuva” dışındaki halk “cahil” ilân
edilmiş ve halk adına kararlar alınmıştı.
-
Sultanlık lağvedilmişti, ama garip bir krallık
ihdas olunmuştu. Şeflik buyrukları tek parti aracılığı ile ya da tek ideolojiye
yamanmış partiler aracılığı ile devlet ilkesi olarak anayasalara yazılmıştı.
Bütün bunlar atamayla
oluşturulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, memur milletvekilleri aracılığı
ile halk adına yapıldı. Karşı koyanlar Cumhuriyetçi siyasal ideolojinin
Takrir-i Sükun nitelikli kanunları ile demokrasi ve halk adına “hall” edildi.
Tek geçerli ideoloji, devlet ideolojisiydi, kalan ise terör ve anarşi...
HÜKÜMET ÜSTÜ KABİNE
28 Subat kararlarını
almasından sonra, Milli Güvenlik Kurulu, Hükümetin üstünde bir “vesayet makamı”
veya bir “üst-kabine” gibi hareket etmeye, İslami faaliyetlerle mücadele
alanındaki kararlarının uygulanması hususunda Hükümete uyarılarda bulunmaya ve
lüzum gördüğünde görüşlerini “dayatma” yoluna gitmeye başladı. Her zamanki gibi birçok şey, politikacıları parmağında oynatan
popüler ve güçlü askerlere bağlıydı. Generaller, seçilmemiş olmalarına rağmen,
kendilerinin, halkın ne istediğini seçilmiş politikacılardan daha iyi
bildiklerini düşünüyorlardı.
Aslında,
28 Şubat Süreci, iktidara ortak olan Ordu’nun, bu ortaklığı bozarak iktidarın
tek sahibi olma operasyonundan ibaretti.
Askeri vesayet o denli açığa çıkmış ve
etkinleşmişti ki, televizyon haber bültenleri ve gazeteler Silahlı Kuvvetler
Bülteni haline çevrilmiş, kanaat önderlerinin yorumları Ordu’ya övgü, Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ne sövgü ikilemine dönüşmüştü. Hatta askeri vesayet, tüm
kamu kuruluşlarını fiili denetim altına alacak, idarede ve devlet
hiyerarşisinde keyfiliği devreye sokacak kadar artmıştı.
Ülkenin
Anayasal sistemi, insan haklarını korumaya elverişli olarak hazırlanmadı.
Sürekli olarak insan hakları sorunu üreten bir sistem getirildi. Bunun da tek
âmili resmi ideoloji idi. Devletin anayasası, insan hak ve özgürlüklerini
güvence altına almak yerine, onları kısıtlamakta, sınırlamaktaydı. Her ne kadar
Anayasada, Devletin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu
vurgulanmaktaysa da, bu kavramlar, tüm dünya tarafından kabul edilen
tanımlarından koparılarak millileştirilmiş, Türkiye’ye özgü bir biçimde
tanımlanmışlardı. İnsanlar, yönetime katılma haklarını özgürce kullanamamakta,
Anayasa ile görev ve yetki alanı genişletilen ve askerlerin ağırlıkta olduğu
Milli Güvenlik Kurulu, asıl iktidar organı olarak faaliyetlerini sürdürmekteydi.
Tüm hükümetler, Milli Güvenlik Kurulu’nun belirlediği politikaları uygulamak
zorunda kalmaktaydılar. Özellikle 28 Şubat süreci sonunda, böyle bir iktidar
kullanımı alenileşmiş, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi ve bu merkezle ilgili
hazırlanan Yönetmelik’le daha da perçinlenmişti. Zira bu yönetmelik
aracılığıyla Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, kapsamı çok genişletilen ve
varlığı askerler tarafından belirlenen “kriz” durumunda, Başbakanın tüm
yetkilerini üstlenmekteydi. Milli Güvenlik Kurulu, ülkenin sadece ulusal
güvenlik sorunlarıyla ilgilenmemekte, iç güvenlikten ekonomiye, eğitime, sağlık
sorunlarına varıncaya kadar ülkenin tüm sorunlarına karışmaktaydı.
Ordunun bu konuma geliş
süreci şöyle oldu:
M. Kemal zamanında Türk Silahlı Kuvvetleri, Genelkurmay
emrinde doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlıydı. Ordu’nun, Hükümetten bağımsız özel
konumu onu siyasal iktidara ortak yapıyordu. Ancak, 1944 sonunda İnönü’nün
aldığı kararlar, Ordu’nun konumunu kökten değiştirdi. İnönü, Genelkurmay
Başkanlığı’nı önce Başbakana, bir süre sonra da Milli Savunma Bakanı’na
bağladı. Ancak, kendini Kemalist devrimlerin ortağı olarak gören Ordu bu durumu
bir türlü içine sindiremedi. 1950 seçimleriyle Türkiye’nin demokratik sisteme
geçmesi, Ordu’nun devlet içindeki ağırlığını büsbütün kaybetmesine ve
bünyesindeki huzursuzluğun artmasına yol açtı. 1960 ihtilalinden sonra
hazırlanan 1961 Anayasası’nın 111. maddesiyle kurulan Milli Güvenlik Kurulu,
Ordu’nun iktidar ortaklığını tekrar elde etme yolundaki ilk hamlesini
oluşturdu. Ancak, Genelkurmay Başkanı ile “üç kuvvet temsilcisinin” üye olduğu
bu ilk Milli Güvenlik Kurulu, sivil üyelerin çokluğu nedeniyle asker ağırlıklı
değildi. Ayrıca, 111. madde, Milli Güvenlik Kurulu, “milli güvenlikle ilgili
kararların alınmasına... yardımcılık etmek üzere temel görüşleri Bakanlar
Kurulu’na bildirir” yolundaki hükmüyle, Milli Güvenlik Kurulu’na bir
danışmanlık organının üstünde bir statü vermiyordu. Gerçi, 12 Mart 1971
muhtırasını izleyen dönemde askerler bu maddeyi güçlendirmek için “bildirir”
sözcüğünü “tavsiye eder” şeklinde değiştirdilerse de, 1973 seçimleriyle “ara
rejim” son bulduktan sonra Milli Güvenlik Kurulu’nun etkinliğinde bir artış
hissedilmedi. 12 Eylül rejiminin ürünü olan 1982 Anayasası ile 2945 sayılı
“Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu”,
askerlere bir anayasal kurumda siyasal sorumluluk taşıyan hükümet üyeleriyle
eşit oy ve söz hakkı vererek Ordu’yu iktidarın “örtülü ortağı” haline getirdi.
1982 Anayasası’nın 118. maddesine göre, Cumhurbaşkanı, on üyeden oluşan Milli
Güvenlik Kurulu’nun başkanıydı. Diğer dokuz üyenin dördü sivil (Başbakan ile
Savunma, İçişleri ve Dışişleri bakanları), beşi ise askerdi (Genelkurmay
Başkanı, Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanları ile Jandarma Genel Komutani).
Milli Güvenlik Kurulu’nun, milli güvenlik alanında “alınmasını zorunlu gördüğü
tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulu’nca öncelikle dikkate alınır”dı artık.
Böylece Ordu, iktidarın yarı yarıya ortağı olmuştu.
İşte 28 Şubat Süreci,
iktidara ortak olan Ordu’nun, bu ortaklığı bozarak iktidarın tek sahibi olma
operasyonundan ibaretti.
KANAYAN YARA:
BAŞÖRTÜSÜ SORUNU
28 Şubat Sürecinin hedefleri arasında yer
alan başörtüsü de kesin olarak yasaklanmıştı. İlk defa 1968’de Ankara İlahiyat’ta okuyan Hatice Babacan’ın başörtüsü taktığı
gerekçesiyle İlahiyat Fakültesinden atılmasıyla başlayan okullardaki başörtüsü
yasağı, yaygınlaşarak sürdürüldü. Yasak, 1974’te Barolara sıçradı. 1978’de kamu
hizmetinde çalışan kadınlara başörtüsü yasaklandı. 1982’de çağdaş kıyafet
zorunluluğu getirildi. 1987’de üniversitelerde türban da yasaklandı,
başörtüsünden ötürü öğrenciler üniversitelerden atılmaya başlandı. 1998
Ekiminden itibaren, yasak tüm üniversitelerde uygulanmaya ve Türkiye’nin hiçbir
yerinde başörtülü öğrenciler derse alınmamaya başlandı. Hatta, üniversite
hastanelerine artık başörtülü hastalar da kabul edilmeyeceğine dair genelge
yayımlandı. 9 Mayıs 1998’den itibaren, başörtülü öğrencileri sınava alan
öğretim görevlileri görevlerinden alındı. 3 Haziran 1998’den itibaren,
başörtülü öğrencilerin sınavlara girmeleri polis tarafından engellenmeye
başlandı. Üniversite yönetimleri, mahkemelerin bazı öğrencilerin lehine verdiği
kararları da uygulamadılar. 4 Eylül 1998’de başörtüsüne “Topyekün Savaş” açıldı
ve kimi bölgelerde, sürücü ve bilgisayar kurslarına, ehliyetlerle sertifikalar
için başı açık fotoğraf istenmeye başlandı. 2 Aralık 1998’den itibaren
başörtüsü yasağı imam-hatip liselerinde de uygulanmaya başlandı.
Başörtülü
öğrenciler, “bizler müslümanız ve sadece inancımızın gereği olarak başlarımızı
örtüyoruz” diyorlardı. İstedikleri ise gerçekten masumaneydi:
-
Polisin ve dayatmanın olmadığı özgür bir
üniversite istiyorlardı,
-
Duyarlı davranan ve olayı saptırmayan objektif
bir medya arzuluyorlardı,
-
Başörtüsü sorununu dünya kamuoyuna taşıyacak
yabancı basın arıyorlardı,
-
Eğitim hakkı engellenen yüzlerce öğrencinin maruz
kaldığı uygulamaya duyarlı olan ve sessiz kalmayan bir halk bekliyorlardı,
-
Bu kanunsuz uygulamayı ortadan kaldıracak
siyasetçiye ihtiyaç duyuyorlardı,
-
İnzibat kuvveti gibi davranmayıp, asli görevi
olan bilimsel çalışmalarına geri dönen öğretim görevlisi istiyorlardı,
-
Görevinin gereği olarak hukuktan sapmayacak
hukukçular arıyorlardı.
Sadece başörtüsü yasaklanmakla kalınmadı.
Neler yapıldı, neler: Allah’ın emri olan başörtüsün, inancın gereği değil,
“dini siyasal amaçlarla kullanmak isteyen çevrelerce bir siyasal mücadelenin
simgesi” olduğunu iddia ettiler. Bu nedenle, bunun “insan hakları” kapsamında
değerlendirilemeyeceğini söylediler. Sokaktaki eğitimsiz ev kadınının, üçüncü
sınıf işçi kadının, köylü kadının başörtüsüne, o geleneğin bir göstergesi
olduğu için bir şey demediler, ama TBMM’ne seçilmiş bir milletvekilinin veya
üniversitede okuyan, ya da mezun olup belli bir mesleği kazanmış bir eğitimli
kadının başörtüsünü asla kabul etmeyeceklerini açıkladılar. Sebep olarak da
“Atatürk, laiklik, Cumhuriyet” vb... gerekçeler ileri sürdüler. Bu kişiler, bu
tanımlanmamış laiklik savunmasını yapmakla, Atatürk ilke ve inkılapları ile
İslam dinini karşı karşıya getirdiler. Kadınların geleneklere uygun olarak
diledikleri gibi giyinmekte serbest olduklarını, köylerde tarlalarda çalışan
kadınların geleneklerimize göre başlarını örttüklerini ve onlara hiç kimsenin
müdahalesinin olmadığını, ancak kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan bayan
memurlar ile yükseköğretim kurumlarında okuyan kız öğrencilerin başlarını
inançları gereği örtmelerinin yasak olduğunu açıkça ilân ettiler. Bunun da
devletin bütün inançlar karşısındaki tarafsızlığını belirten lâik karakteri ile
ilgili olduğunu söylediler.
Yine, kadınların başlarını
örtmelerinin dinsel açıdan bir zorunluluk olmadığını, Kur’an’ın, kadınların
başını örtmesini zorunlu kılmayıp sadece “daha uygun”’ olacağını tavsiye
ettiğini iddia ettiler. Bir öğretmenin ya da öğrencinin derslere başörtüsü ile
girmesinin, özgür bir eğitim ortamını yok edeceğini söylediler. Başörtüsü
yerine peruk takılmasını tavsiye etmeyi de ihmal etmediler. Din alimlerinin,
“saygın din mütefekkirleri” olmaktan çok, “kadın göbeğine muska yazan
üfürükçülerden, cenaze evine musallat olan din bezirganı hocalara kadar
herkes”ten ibaret olduğunu söyleyerek küfürbazlıklarını gösterdiler. “Şeriat
Devleti”nin ya da “Din Devleti”nin ise, dinin devleti değil, böyle tanımlanan
“din adamları”nın diktatörce yönetimi ve zorbalık olduğunu iddia ettiler.
Bütün bu zulümlere karşı en küçük bir söz ya da eylemde bulunanları ise
en ağır şekilde cezalandırdılar.
Bir milletvekilinin halkın
oylarıyla seçildiği TBMM’ne girişini 31 Mart Ayaklanması ve Menemen Olayı’na
benzetip, bunlardan da şiddetli bir laiklik karşıtı eylem olduğunu söylediler.
Hatta bunu, “hainlik” olarak nitelediler, “irticanın devletin beynini hedef
alması” olduğunu iddia ettiler, “Cumhuriyetin laik temellerini yıkmak amacını
güttüğünü” söylediler, PKK’nın cinayetlerinden daha büyük bir suç olarak
tanıttılar. Başbakanın ağzından, “bu hanıma haddini bildirin” emriyle harekete
geçtiler ve milletvekilini, başörtüsünden ötürü vatandaşlıktan çıkardılar.
Yapmadık hakaret ve iftira bırakmadılar. Bu
milletvekili münasebetiyle İslam’a, İslami kimlik değerlerine açıkça ve uluorta
küfrettiler; her fırsatta kinlerini ve düşmanlıklarını kustular. Başörtülülere
“örümcek kafalar” gibi hakaretlerde bulundular. “Atatürk’ün Türkiye’sinde
sizlere yer yok!” diyerek, başörtülüleri sınırdışı etme arzularını açığa
çıkardılar.
İmam Hatip öğrencilerinin başörtüsü giyme isteğini, başörtülü kızlarını
üniversiteye almıyorlar diye anne babaların gösteri yapmasını, nikâhın İslami
kurallara göre olmasını talep etmeyi “terör” yaftasıyla yaftaladılar.
Cumhurbaşkanı Demirel, Allah’ın emri olan
başörtüsü hakkında şöyle dedi: “Dünyanın da, bizim de algıladığımız; türban
bugün fundamentalizmin simgesidir. Fundamentalizm, yani kökten dincilik çağdaş
yaşamdan uzaklaşmak, çağdaş hukuk yerine şeriat hukukunu getirmektir.”
Asıl düşmanlıklarının
Kur’an’a olduğunu her fırsatta dile getirdiler. “Meclis’e türbanıyla gelmek
isteyen Merve Hanım’ın gerçek derdinin “inanç özgürlüğü...” değil, Kur’an’ı
Anayasa yapmak isteyen bir düzen değişikliğinin peşinde olduğu sergilendi” demekle
bunu gizlemediler.
Meclis’e bir milletvekili
inancının gereği başörtüsüyle girdi diye, askeri darbe yapmak istediler. Bu
durum, dünya basınında bile yer aldı.
Başörtülü
öğrencilerin başlattığı ve halk tarafından benimsenen “İNANCA SAYGI; DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK”
sloganlı eylemleri, “devlete başkaldırı” olarak nitelendirilip, en ağır
yaptırımlarla karşılandılar.
Başörtüsü ve türban yasağına
karşı yapılan eylemleri, “kargaşa yaratarak halkımızı ayaklanmaya teşvik etmek”
olarak adlandırdılar.
Anayasanın 24. Maddedesine
göre, devlet kurum ve dairelerinde dini esaslara göre düzenlemeler yapılması
yasaklanmıştır; dini ve siyasi simge olan türban, kara çarşaf ve sarık devlet
kurumlarına girememektedir.
Üstelik, devletin bu
konudaki dayatmalarının, dindeki “‘Ululemre itaat vaciptir” hükmü gereği meşru
olduğunu söyleyecek kadar da pişkinliklerini ortaya koydular. Bunu, din hakkında anlam kaydırmalarına,
saptırmalara başvurarak yaptılar. Mesela, “Şeriat”ın İslam ile bir ilgisinin
olmadığını, Şeriat’ı reddederek de müslüman olunabileceğini iddia ettiler.
İslam’ın, kul ve Allah arasındaki bir bağlantıya dayanan ve “sevgi” temelinde
oluşan bir inanç olduğu tanımını yaptılar.
Dinsel nedenlere dayanılarak
başörtüsü ve türbanla boyun ve saçların örtülmesine resmi daire ve üniversitelerde
serbestlik tanınmasının cumhuriyetin ve anayasanın temel prensipleri ile
laiklik ilkesine aykırı olacağı kaydedildi.
İnsan Hakları Koordinatör
Üst Kurulu, Anayasa ve yürürlükteki yasalarla Anayasa Mahkemesi, Yargıtay,
Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu kararlarına dayanarak, başörtüsü
yasağının insan haklarına aykırı bir yönü bulunmadığını açıkladı. Gerekçe
olarak da, Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik bir devlet olduğunu, bu nedenle kamu
kurum ve kuruluşlarında dinî simgelerin taşınmasının Devletin lâik tarafıyla
bağdaşmayacağını ileri sürdü. Yine, başörtüsünün devrimlere ve çağdaşlığa
aykırı olduğunu da hassaten açıkladı. Başörtüsü sorununun, bireysel bir sorun
olmaktan çıkarak siyasal amaçlarla konunun üzerine düşüldüğünü iddia eden Kurul,
Başörtüsü eylemlerini örgütleyenlerin amacının, Türkiye’yi ileriye götürmek
değil, Ortaçağ’a geri döndürmek olduğunu açıkladı.
BÜTÜN BUNLAR DA YETMEDİ
Bütün bunlar da yetmedi
elbette. 28 Şubat’tan sonra Türkiye’de yeni bir süreç başladı. Kimilerine göre
bu post-modern bir darbe süreciydi. Kimine göre ise son 50 yıllık siyasi tarihe
uygun olarak, ‘görevlerini aksatan’ sivil güçlere askeri güçlerce yapılan bir
uyarıydı. 28 Şubat’la başlayan yeni dönemde, görünürde sivil olan hükümetler,
askeri direktiflerle çalışmaya başladı.
28 Şubat sürecinin dini değerlere karşı
yürüttüğü faaliyetlerden biri de, eğitim müfredatının değiştirilmesi ve
kitaplardaki İslami değerlere yer veren bütün metinlerin ayıklanması oldu. 28
Şubat Süreci’nin mümessillerine göre tarih derslerinde gereğinden fazla İslami
bilgiler veriliyor, cihad ve Şeriat çığırtkanlığı yapılıyordu. Bazı Kur’an Kursları, duvardaki besmelenin Arapça
yazılı olması nedeniyle kapatıldı. Jandarmanın camilere baskın yaparak adeta
eroin, uyuşturucu toplar gibi Kur’an-ı Kerim topladığı siyasetçiler tarafından
bile dile getirildi.
İmam Hatip okullarının çokça açılmış olması
karşısında, “bunlar kapansın” kampanyasına iştirak etmediği, okullara kız
çocuklarının dini inançlarından dolayı başörtüsü ile gitmesi hakkını savunduğu
için ülkenin en büyük partisi kapatıldı.
Askeri vesayet o denli açığa çıkmış ve etkinleşmişti ki, askeri
vesayet, tüm kamu kuruluşlarını fiili denetim altına alacak, idarede ve devlet
hiyerarşisinde keyfiliği devreye sokacak kadar artmıştı.
“İrtica
ile mücadele” adı altında dini değerlere ve dindarlara karşı yapılan baskıların
mevcut yasalar çerçevesinde istendiği gibi yapılamaması üzerine, hem keyfiliğe
gidildi, hem de yeni yasalar yapılarak, yeni suç türleri icat edildi ve mevcut
cezalar artırıldı.
İnsanlara din ve vicdan özgürlüğü verildi, ama bu özgürlük, dini
gözetmeyen ve dine karşı hiçbir sorumluluk taşımayan sistemin belirlediği “kamu
düzenine aykırı olmamak” şartına bağlandı.
Daha önce komünistleri “iç
düşman” olarak gören askerlerin gündeminde, artık iç düşman olarak müslüman
halk vardı. Birileri, orduyu “iç savaş ordusu” haline getirmek istiyordu. Bu
nedenle ordu mensupları, toplumsal yaşamdan bir kast gibi ayrılmıştı.
Giyim-kuşamıyla, eğlence ve dinlence yerleriyle, alışveriş merkezleriyle,
barındıkları bölgelerin ayrılmasıyla ordu; toplumdan kopuk, ona
yabancılaştırılmış ve dışındaki her gücü “potansiyel düşman” olarak gören, tüm
ulusal özelliklerden arındırılmış, bir kast haline getirilmişti.
Kısacası,
28 Şubat Süreci, tam bir “ara rejim modeli”ni hayata geçirdi.
Tek
tip bireylerden oluşan türdeş bir toplum meydana getirilmesi için uygulanan
klasik politikalar, biraz daha pekiştirilmeye çalışıldı.
Ve bütün bunlar, Atatürk
ilke ve devrimleri adına yapıldı.
MAZLUMLAR NE YAPTI?
Mazlumlar ne yapabilirdi
bunlar karşısında? Zulme, halkı fişleme, bölme, karalama, kin ve düşmanlığa
tahrik etme fonksiyonu ifa eden Batı Çalışma Grubu ile halkın bir kısmını
öncelikli tehdit ilan eden Milli Güvenlik Kurulu’na teşekkür mü
etmeliydi? “Elinize sağlık, ne kadar güzel zulümler yapıyorsunuz, size
minnettarız, ne olur zulmünüzü biraz daha arttırın” mı demeliydi? Kendisini bu
ülkenin ve devletin sahibi gibi görenlerin, adına hareket ettiklerini
söyledikleri Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’i, hırsızlık, yolsuzluk, haksızlık
ve hukuksuzluk merkezi haline getirmesine sesini çıkarmamalı mıydı? Yıllardır
toplumsal dokumuzu tahrip eden ve bir tarafında muhakkak bazı resmi memuriyet
ve kadroların bulunduğu bu çürüme karşısında, susmalı mıydı?
Belki mazlum müslüman toplum
çok şey yapamadı, ama bir tek şey yaptı. Hz. İbrahim gibi ailesine döndü ve
aydınlık yarınların nesillerini yetiştirmenin yorucu, ama garantili yolunu
tuttu. Kinini içine gömdü, zulme tahammül etti, sabretti ve geleceğin toplumunu
üretmenin mutluluğunu yaşadı tüm bu ızdıraplar arasında. İşte bu sayede zulmün
saltanatının devrileceğini biliyordu çünkü!
Giriş
Tarihi: 28.02.2016 (3167)
|