28.02.2016
SUNUŞ YA DA 28 ŞUBAT BİR MİLATTIR
Tarihte ilk
ve tek örnek olarak, hukukun tahakküm altında tutulduğu, hukukun kanunlarla
mahkûm edildiği bir dönemi yaşadı bu ülkenin insanları. “Cumhuriyet” dendi; ama
“cumhur”, öz yurdunda parya muamelesi gördü. “Demokrasi” dendi; ama demokrasi,
bir “ideoloji monarşizmi”nin maskesi olarak kullanıldı. “Müslümanız” dendi; ama
İslam’a ve müslümana “gâvur eziyeti”nden daha beter eziyetler yapıldı. “Hak”
dendi; ama hak “güç”te arandı, güçlü olan haklı sayıldı, gücü yoksa haklı olan
suçlu addedildi. “Adalet” dendi; ama adalet “hukuk”la değil, “despotik
yasalar”la sağlanmaya çalışıldı.
28 Şubat
Süreci, hukukun yasalarla mahkûm edildiği ülkemizde, esasında halkı olmayan bir
rejim ile rejimi olmayan bir halk beraberliğinin tipik ve traji-komik
sorunlarının getirdiği yeni bir başlangıç noktasıydı. Bu nokta, varlığı için
gerek duyduğu heyecanı kendi halkıyla mücadele etmekte arayan bir “düzen”in,
gizli kalmış çehresinin deşifre olduğu bir milâttı aslında.
28 Şubat Süreci, İslam’a ve
müslümanlara karşı ilk kez açıkça ve doğrudan doğruya hedef alınarak mücadele
başlatılışının miladıdır.
Görünen devletten başka,
devlet güçlerini asıl olarak elinde bulunduran “derin devlet”in gizli
çehresinin deşifre oluşunun miladıdır.
Asıl önemli olanı da, 28
Şubat Süreci, ülkemizde süren hakimiyet mücadelesinin geldiği yeni merhalenin
miladıdır. Sorun, siyasi denklemde ve idari yetkilendirmede askerlerin mi,
yoksa sivillerin mi belirleyici olacağına dair rekabetten doğmaktadır. Denir
ki, “demokrasilerde, asker sivil otoriteye kayıtsız şartsız tâbî olur.” Ancak,
hiçbir zaman bu teoriye yaklaşmamış olan ve Batı pratiğinde şekillenen
demokrasiye geçemeyen/geçmeyen ülkemizde, askerin, yönetimde daha fazla söz
sahibi olmak istemesi, artık kararı verilen “demokrasiye geçiş”te askerin
konumunun ne olacağı sorununu ortaya çıkarmış ve asker, 28 Şubat Süreci ile
iktidara ortaklığını pekiştirmiştir.
Yani 28 Şubat Süreci,
askerlerin yönetimde birinci güç olmalarının miladıdır. İşte bu milat, akabinde
getirdiği bir dizi icraatlarla anılacak ve geleceğin tarihçisine,
araştırmalarını yaparken, kötü olayların yaşandığı bir masallar ülkesinde
dolaşıyormuş izlenimini verecektir.
Niçin mi? Bu yazı serisinde
bu “niçin?”e cevap olabilecek örnekler bulacaksınız.
ÖNCE TANKLAR YÜRÜDÜ
28 Şubat Süreci’nin ilk
ciddi kıvılcımı, tankların gövde gösterisiyle başladı.
Refah Partili
Sincan Belediyesi’nin düzenlediği “Kudüs Gecesi”ne İran Büyükelçisinin
katılması, yahudi devleti İsrail’e karşı mücadele eden müslüman Filistin
kökenli Hamas ve Lübnan kökenli Hizbullah Örgütlerinin liderlerinin
posterlerinin asılması, Amerika ve İsrail’in düşman ilân edilmesi, her nedense
birilerinin dikkatini aşırı derecede örselemiş, bu, âdetâ gizli bir elin
düğmeye basmasıyla meydana geldiği izlenimini uyandıran ortak cepheleşme
halinde kartelci basın ve çeşitli etkin kurum ve kişiler tarafından “Şeriatın
ayak sesleri” olarak değerlendirilmiş ve olan olmuştu. Asıl sebep bu değildi
elbette; ancak sürecin başlaması için bir bahane gerekiyordu, o da bulunmuş
oldu. Daha doğrusu suni zorlamalarla istenen gündem oluşturulup
şekillendirilmişti.
Şubat 1997’nin
4. günü sabahı, saat 08.30’da Etimesgut’taki karargâhtan hareket eden bir tank
taburu, Sincan Atatürk Caddesi güzergâhını izleyerek Akıncı Üssü’ne gitti.
Basında geniş yer bulan ve kartelci/rantiyeci medyanın “tanklı muhtıra” olarak
değerlendirip İslami değerlere karşı pervasızca saldırmasını beraberinde
getiren bu hadise, gerçekten yankı bulduğu gibi darbe gözdağı mıydı? Ya da dendiği
gibi “post-modern darbe”nin kendisi miydi?
Toplumsal değer
yargılarından bîhaber, milletine ters düşmekten başka bir marifeti olmayan, kim
güçlüyse onun kapısında çanak yalamaktan utanmayacak kadar hayâsız ve rant elde
etmek için bütün insani değerleri satmaktan, düne kadar savunduklarından çark
etmekten geri durmayan kartelci medyada yer aldığına göre bu, “askerlerin gövde
gösterisi”ydi.
Aslında bu bir
iddia da değildi; Refahyol Hükümeti’nin başarılı olacağından ve haksız
kazançlarından mahrum kalacaklarından korkan bir avuç azınlığın, artık düğmeye
bastığının açık işaretiydi. Tank, kariyer ve askeri araçlardan oluşan konvoyun
geçişi, “darbe oldu” söylentilerine neden olmuştu. Tanklı gösteriyi
gerçekleştiren Zırhlı Birlikler ve Eğitim Tümen Komutanlığı bünyesindeki
“Gösteri ve Tatbikat Taburu”, 15 tank, 20 kariyer, askeri cip ve reolardan
oluşan bir konvoyla Sincan sokaklarına girmiş, Kudüs Gecesi’nin düzenlendiği
meydandan geçerek gövde gösterisi yapmıştı. Sabahın erken saatlerinde tank
sesiyle uyanan vatandaşlar darbe paniği yaşarken, Başkent, uzun süre darbe
söylentileri ile çalkalanmıştı.
Bu “tanklı
muhtıra”da iki husus dikkat çekiciydi. Biri, gösteri yapan ve Refahyol
Hükümeti’ne gözdağı verdiği söylenen birliğin, bir “muharip birlik” oluşuydu.
Acaba özellikle mi bu birlik Sincan sokaklarında yürütülmüştü? Nitekim, daha
sonra bazı “üst düzey askeri yetkili”ler referans gösterilerek, kartelci/rantçı
medya “gerekirse silaha başvururuz” manşetleri atacaktı. İkinci husus ise,
konvoyun, Sincan’ın merkezinden geçerken iki tankın bozularak -ya da bozulmuş
gösterilerek- Kudüs Gecesi’nin yapıldığı meydanın tam ortasında kalmasıydı.
Acaba bununla özel bir mesaj mı verilmek isteniyordu?
Bu suallerin
cevabı, akabinde yaşanan ve geleceğin aydınlık nesillerinin kötü bir masal
sanarak inanmakta zorluk çekeceği bir dizi icraatta bulacaktı kendini.
Tankların gövde
gösterisinin, Genelkurmay’da yapılan “komutanlar zirvesi”nde kararlaştırıldığı
ileri sürüldü. Kuvvet komutanları ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri ile üst
rütbeli komutanların katıldığı bu toplantıda, “Kudüs Gecesi”nin çok sert bir
şekilde eleştirildiği söyleniyordu. Ama asıl sebebin bu olduğunu söylemek de
safdillik olmaz mıydı?
RANTİYE KIŞKIRTTI
Yukarıda, bazı
askeri yetkililerin, Refahyol Hükümeti’nin başarılı olacağından ve haksız
kazançlarından mahrum kalacaklarından korkan bir avuç rantiyeci azınlık
tarafından, küçük ve münferit olaylar büyütülüp genişletilerek darbe yapmaya
kışkırtıldığını ve bunun üzerine “tanklı muhtıra” ile düğmeye basıldığını söylemiştik.
Gerçekten de Refahyol Hükümet Proğramı’nın 11. Sayfasında yer alan
“Ekonomik kalkınmada temel esas, rant ekonomisinden üretim ekonomisine geçiş
olacaktır” cümlesi, bu kanaatimizin ispatıydı. Zira bu cümlenin bir tek manası
vardı: Bu hükümet rantiyenin değil halkın hükümeti olacaktır.
Hükümet Proğramı’nda yer
alan bu ifade bilhassa rantiyeci ve kartelci sermaye çevrelerini rahatsız
etmişti. Zira bu çevreler son yıllardaki gelirlerinin çok büyük bir kısmını iç
borç faizlerinden kazanıyorlardı. Zira Devletin topladığı vergilerin %96’sı,
yani neredeyse tamamı faiz ödemelerine gidiyordu. Mesela 1999 yılının ilk yedi
aylık bütçe sonuçlarına göre, 7 katrilyon 80 trilyon lira olan vergi
gelirlerine karşın, sadece faiz giderleri 6 katrilyon 765 trilyon lirayı
buluyordu. Bunun 454 trilyon lirası dış borç, 6 katrilyon 331 trilyon lirası iç
borç ödemeleri ile ilgiliydi. Başka verilerle birlikte baktığımızda,
Türkiye’nin en büyük beşyüz sanayicisinin yıllık gelirlerinin %87’sinin
faizden, %13’ünün yatırımlardan elde edildiği görülecekti. Şimdi rantiyeci
kartelciler, bu yol kapanacağı için rahatsızdılar.
Bu nedenle denilebilir ki
“28 Şubat’ın asıl müsebbibi Rantiye’dir.”
Rantiye’nin düğmeye basması,
RP’nin, Koalisyon Protokolünü titizlikle uygulayacağını kesin olarak
açıklamasıyla başlamıştı. 54. Hükümet’te Hazine’den sorumlu Devlet Bakanlığı
DYP’ne verilmiş, DYP de bu bakanlığa Ufuk Söylemez’i getirmişti. Koalisyon
Protokolüne göre, iç borçlanma yapmama hususunda her iki parti arasında
mutabakata varılmıştı. Ancak Ufuk Söylemez mutabakata uymamış ve yüzlerce
trilyonluk iç borçlanmaya gitmişti. Hemen RP tarafından ikaz edilmiş, ancak
aradan bir süre geçtikten sonra yeniden bir iç borçlanma daha yapılmıştı. Bu
defa Hükümetin RP kanadı tarafından daha sert bir biçimde uyarılmış ve Tansu
Çiller’e de koalisyon protokolünü ihlal niteliğindeki bu davranışın bir daha
tekerrür etmemesi için duyarlı olunması söylenmişti. Uyarılar üzerine uzun süre
iç borçlanma yapılmamıştı. Ancak, birgün yine bir parti daha borçlanma yapıldığı
haberini alan RP, konuyu Koalisyonu İzleme Komitesi’ne getirmiş ve “eğer bu hal
bir daha tekerrür ederse, Ufuk Söylemez hakkında RP Meclis Grubu olarak hiç
tereddüt etmeden gensoru önergesi veririz” demişti. Bunun bir blöf olmadığını
ispat için de Başbakan Erbakan imzasıyla kendisine bir uyarı mektubu
gönderilmişti.
Bir daha iç borçlanmaya
gidilmesine gidilmedi ama koalisyonda Refah kanadının bu tavrı, Hazine’den
rantiyeye, rantiyeden hizmetlerinde bulunan emekli generallere, onlardan da
malum merkezlere hızla iletildi. RP, Ufuk Söylemez için “gensoru önergesi
veririz” derken, farkında olmadan koltuğun altından 28 Şubat’ın fünyesini
çekmişti. Zira iç borçlanma rantiye için çok büyük bir vurgundu; bundan mahrum
kalmaya tahammülleri yoktu.
REFAHYOL HÜKÜMETİ’NDEN RAHATSIZ OLANLAR
Refahyol Hükümeti’nden,
sadece kartelci ve rantiyeci sermaye çevreleri rahatsız değildi elbette.
Rahatsızlık duyan başkaları da vardı:
- Muhalefet partileri
rahatsızdı. Çünkü; Refahyol Hükümeti gerçekten halkın hükümeti olmaya karar
vermişti. Ekonomiyi acı değil, tatlı reçetelerle düzelteceğini vaad etmişti.
Zam yapmadı. Vergi koymadı. Buna rağmen memur maaşlarına %130, işçi ücretlerine
%120 zam yaptı. Köylünün ürününe hakkını %312 ile verdi. Halka verdiği bu
parayı kaynak paketlerinden karşıladı. Esnafın düşük faizli kredisini arttırdı.
Can çekişen hayvancılığı canlandırdı. Enflasyonu düşürmeye çalıştı, %100’den
%75’e düşürdü. Eşel-Mobil sistemi getirerek işçi ve memurun maaşını korudu.
KİT’lerin kara deliklerini Havuz Sistemi ile kapadı. Denk bütçe yaptı. Fak-Fuk
Fon’da toplanan paraları fakir fukaraya dağıttı. 1996 Bütçesinde 36 milyar
dolar olan iç borçlanmayı 1997’de 22 milyarda tuttu. Petrol boru hattını açtı.
Irak sınır ticaretini başlattı. Çekiç Güç’ü geri gönderdi. Terörü Türkiye’nin
gündeminden düşürdü. İşte, Refahyol Hükümeti’nin başarısı ve kendilerinin aczi
yüzünden saflarındaki milletvekillerinin elden gidip iktidar sınıfına
geçmelerinden ve seçimlerin erkene alınması halinde de son seçimde aldıkları
oyların da eriyip yok olmasıyla birlikte barajın altında kalacaklarından korkan
muhalefet liderleri, Refahyol Hükümeti’nin bir an önce devrilmesini istiyorlar,
bunun için her türlü yola başvuruyorlardı.
- Bazı sendika liderleri
rahatsızdı. Çünkü; Türkiye’de ilk defa, 54. Hükümet zamanında kamuda çalışan
işçiler, tedirgin olmadan, greve gitme ihtiyacı duymadan 200 000 işçiyi
kapsayan iş kollarında toplu sözleşme imzalama saadetine ermişlerdi. Yine
memurlar, Türkiye’de ilk defa Eşel-Mobil Sisteminin uygulamaya konulmasıyla enflasyon
karşısında refah düzeylerini koruyabilme imkânına sahip olmuşlardı. Türkiye’de
ilk defa işçiler, toplu sözleşme zamanlarında meydan okumaları ile ortalığı
kasıp kavuran sendika liderlerinin bu defa sessiz kaldığına, buna rağmen kamu
iş yerlerinde çok olumlu sözleşmeler imzalandığına şahit olmuşlardı. Sendika
aidatlarıyla palazlanan bu liderler, böyle bir siyasi ve ekonomik rantın
başında bulunmuş olmanın ayrıcalıklarını kaybetmekle karşı karşıyaydılar ve
buna çare olarak da Hükümetin ne pahasına olursa olsun, düşmesini istiyorlardı.
Ülkenin ve toplumun menfaatlerini kendi menfaatlerine satmışlardı.
- Rantiyeci medya
rahatsızdı. Bugün Türkiye’nin acı gerçeği, Yargıyı, Meclis’i ve Hükümet’i
medyanın yönlendirmekte olmasıydı. Medya, aciz Hükümetler tarafından ülkenin
“birinci gücü” haline getirilmişti. Ancak Refahyol Hükümeti bunu tersine
çevirmiş, kartelci ve rantiyeci medyanın Devleti hortumlamasına son vermiş ve
para musluklarını kapatmıştı. Tabiî ki bu da onları rahatsız ettiği için
Hükümetin devrilmesi için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Ancak bunu
yaparken Hükümeti neyle suçlayacaklardı? “PKK terörü azdı, ekonomi kötüye
gidiyor, kamu işyerlerinde işçinin parası verilmiyor, memura hakettiği zam
yapılmıyor, çiftçi ürün bedelini alamadı, enflasyon yükseliyor” gibi ekonomik
ve sosyal içerik bakımından ağırlığı olabilecek manşetler atmak imkânına sahip
değillerdi. Böyle olunca da Hükümeti eleştirebilmek için münferit bazı olayları
bahane ederek tek bir slogana bel bağlayıp salvolara başlayıverdiler: “İrtica
var, aman vermeyin!”
SAF TUTULUYOR
Bütün bu
gelişmeler, askerleri devreye sokma çabaları, meyvesini vermişti. “Tanklı
Muhtıra”nın ardından yaşanan bazı gelişmeler ise, kartelci medyanın sanki
“Tank-Şov” gibi sunduğu gösterinin bir başka çehresini gösteriyordu âdetâ.
Bunlardan bazılarına şöylece dikkat çekebiliriz:
·
“Sivil”liği sadece adında yer alan, ama aslında iliklerine kadar
resmi/militarist hüviyet taşıyan “sivil toplum örgütleri”(!) atağa kalktı,
birbiri ardına bildiriler yayınlanmaya başlandı. Mesela, Türk-İş, Başbakan
Erbakan’ı ziyaret ederek, ‘Devrim yasalarının tehlikede olduğu’ uyarısını
içeren bir mektup verdi. Ama aynı Türk-İş, Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez
temsilcisi olduğu işçi sınıfının maaşlarına bir kalemde yüzde 50 zam yapan ve
ekonomiyi düzlüğe çıkaracağı artık iyice anlaşılmış olan Başbakan’ın da yine
Erbakan olduğunu görmezden geldi. Ya da aslında işçi sınıfını değil de belli
çıkar çevrelerini temsil ettiğinin itirafını yapmış oldu. Yine bir başkası,
vekili olduğu milletinin değer yargılarından hiç nasiplenmemiş Bağımsız
Milletvekili Ayseli Göksoy, RP Genel Merkezi önüne siyah çelenk bırakan “Türk
kadınları” adına konuşarak, Türkiye’nin Suudi Arabistan ya da İran olmadığına
dikkat çekti. Ancak, kendisinin adına konuştuğu kadınların geçekten “Türk
Kadını”nı temsil edip etmediği sual olunmadı. Türk kadını denince bir avuç
“ideolojik kadın” mı, yoksa Anadolu’nun bağrında ülkesiyle ve toplumuyla
bütünleşmiş kadınlar mı anlaşılması gerektiği kimse tarafından sorulmadı. Zaten
sorulsa da Bremen Mızıkacılarının gürültüleri arasında sesi çıkamazdı. Ayrıca,
hangi anneleri temsil ettiği meçhul Türk Anneler Derneği de Anıtkabir’i ziyaret
ederek Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılık andı içti.
·
Darbe söylentileri ayyuka çıktı. Ancak askerler bu sefer farklı bir
yöntem izlemeye başladılar: Darbe ile hedeflenen sonuçları sivillerin
çabalarıyla elde etmek istiyorlardı. Nitekim kartelci basının büyük bir
iştiyakla ve salyalarını etrafa saça saça servise sunduğu şekliyle, güya Türk Silahlı Kuvvetleri, Refahyol’un uygulamalarından
duyduğu aşırı rahatsızlığını sivil toplum örgütlerine(!) de aktararak, “bu
gidişe dur demek için üzerinize düşeni yapın” talimatını vermişti. Hatta, sivil
toplum örgütlerini harekete geçirmek amacıyla gizli toplantılar yapan
askerlerin, bu temaslarını sürdürecekleri ve TSK’nın görüşlerini çeşitli
platformlarda açıklayacakları öğrenildi. Nitekim, Ankara Ticaret Odası Başkanı
Ahmet Çavuşoğlu’nun makamında gerçekleştirilen çok gizli bir toplantıya, TSK’yı
temsilen Genelkurmay ve Milli Güvenlik Kurulu’ndan bir korgeneral ile iki
tümgeneral, Türk-İş Başkanı Bayram Meral, Türk Metal Başkanı Mustafa Özbek, iş
dünyasından bir temsilci, Hacettepe ve İstanbul üniversiteleriyle, Atatürkçü
Düşünce Derneği’nden temsilciler, bazı milletvekilleri katılarak, komutanların
endişelerini dinlediler. Bu toplantıda generaller, laik ve demokratik Anayasal
düzen adına sivil toplum örgütlerinin bir an önce harekete geçmelerini
istediler; sivil toplum örgütlerinin yasal haklarını kullanarak, bildiri yayınlamak,
toplantı ve gösteriler yaparak kamuoyu oluşturması gerektiğini belirttiler;
TSK’nın bu konuda her türlü yardımı yapacağı sözünü verdiler. Kartelci basın
işte bu tür söylentileri ısıtıp ısıtıp servise sunuyordu; sanki birileri millet
ile milletin ordusunun arasını açmak gibi bir cinayeti tezgâhlıyor gibiydi.
·
Sonunda darbe çığırtkanları tarafından yayılan söylentiler gerçeğe
dönüşüverdi veya gerçekliği ortaya çıkıverdi. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay,
RP’ye açıkça uyarıda bulunan mesajlar yayımladılar. Genelkurmay Başkanı
Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın mesajındaki şu ifadelerin anlamı çok
açıktı: “Silahlı Kuvvetlerimiz, sarsılmaz disiplini, üstün eğitimi ve modern
silah ve teçhizatı ile büyük Atatürk’ün izinde laik ve demokratik Türkiye
Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü uğrunda her türlü
görevi yapacak azim ve kararlılığa sahip bulunmaktadır.”
·
Askerler, üç noktanın halk tarafından bilinmesini istiyor
ve bu da basında yer alıyordu: Birincisi, askerler, hızla rejim bunalımına sürüklenen
(aslında rejimi savunuyor görünenler tarafından öyle bir bunalım tezgâhlandığı
âşikârdı) Türkiye’de çözümün Meclis’te, demokratik yolla bulunması için sonuna
kadar “sabredecek”ti ve bunun için de Meclis’e “demokratik yol”u gösterecekti.
Bu “sonuna kadar”ın niteliği ve gideceği nokta belli değildi; neyin ne kadar
sonuna kadar, meçhuldü. Yine, hangi demokratik yol kullanılacaktı, bunu da
zaman gösterecekti. İkincisi, askerler, sabrın bir sınırı bulunduğunu
vurguluyor, bunun için de önce Anadolu Ajansı aracılığıyla tankların Sincan’dan
geçeceğini duyurarak tüm TV ve gazetelerin dikkatini Sincan’a çekiyor, ardından
da tankları yürüterek dikkatlere ürperti veriyordu. Üçüncüsü ise, askerler,
Refahyol’u yıkması için Çiller’den umutlarını tümüyle kesmiş olduklarını açıkça
belli etmeye başlamışlardı.
·
Türkiye artık bir “iktidar kayması” ile karşı karşıya idi.
Görünürde halkın seçtiği ve iktidarı kullanma yetkisine ve meşruiyetine sahip
bir hükümet vardı; ancak bu Hükümet tamamen kuşatılmış, ablukaya alınmış, kolu
kanadı bağlanmış vaziyetteydi; ciddi kararları askerler sivillere dikte
ediyordu artık.
·
Bir noktadan sonra, 28 Şubatçılar Hükümet’i muhatap bile
kabul etmemeye başlamışlardı. Mesela, İran Büyükelçisinin Dışişlerine çağrılıp
protesto edilmesini askerler “yetersiz” buluyor, Büyükelçinin “istenmeyen adam”
ilân edilerek ülkesine gönderilmesi gerektiğini Dışişleri Bakanı Çiller’e
değil, Cumhurbaşkanı Demirel’e bildiriyorlardı. Sincan Belediye Başkanı’nın
görevinden alınması gerektiğini de Başbakan Erbakan’a değil, yine Demirel’e
bildiriyorlardı. Yani, bir anlamda Hükümet askerlerce “by-pass” ediliyordu.
Hatta, kartelci basının kimi yazarlarınca da dile getirildiği gibi, bu kararlar
“görüş bildirme” de değil, resmen “dikte” idi.
·
Refahyol Hükümeti, işin ciddiyetini görünce, kimi tedbirler almanın
telaşına kapılmıştı. Bunların başında geleni çok ilginçti: Tank gösterisinden
sonra, Ordu mallarının satışı askıya alındı. KİT’ler başta olmak üzere kamuya
ait tatil kampları, oteller, arsa ve binaların satışına ilişkin hazırlıkları
son aşamaya getiren Refahyol Hükümeti’nin, “Tanklı muhtıra”dan sonra Silahlı
Kuvvetler’e ait taşınmazların satışını askıya almasının üzerinde özellikle
durmak gerekmez miydi?
Bütün bunların gösterdiği gerçek şuydu: Artık
“askeri müdahale” için düğmeye basılmıştı. Çünkü, tanklar blöf yapmazdı. Sorun,
artık müdahalenin şeklinin nasıl olacağı, niteliğinin nasıl belirleneceğinden
ibaretti.
ASKERİN REFAHYOL’A BAKIŞI
Başlangıçta
askerler, Refahyol Hükümeti’nin kurulmasına ses çıkarmadı. Bu sükûtu iki nedene
bağlamak mümkündü: Birincisi, askerlerin ve aynı görüşte olanların deyimiyle
irtica ile mücadelede ve/veya beraberinde darbe ile yönetime el koymada
özellikle Refah Partisi’nin icraatlarını bir bahane olarak kullanmak. İkincisi
ise, bir yandan ABD yanlısı politikalar izlemekte olan DYP’yi ve başkanı
Çiller’i frenleyebilmek, bir yandan da Refah Partisi aracılığı ile yerli Silah
Sanayiine ağırlık kazandırmak.
Görünen
o ki, Refahyol Hükümeti’nin kuruluşunda Ordu, Refah Partisini kullanmak
istiyordu. Ancak olaylar beklendiği gibi gitmedi. Gerek seçimler öncesinde,
gerekse seçimlerden ve Hükümetin kuruluşundan sonra ABD-Refah ilişkilerin de
beklendiği gibi kötüleşmediği, hatta çok iyi ilişkiler kurulduğu görülünce,
hükümetin düşürülmesi için kollar sıvandı.
Ayrıca,
İsrail’le yapılan ikili anlaşmalar çerçevesinde MOSSAD’la MİT arasındaki
istihbarat alışverişlerinde MOSSAD, ABD’nin Türkiye’de müslümanları kullanarak
eylem yapma isteğine dair plânlarını bildirmişti. Bu bilgi 28 Şubat
kararlarının alınmasında belki de en önemli etkenlerden birisiydi. Zira 28
Şubat kararları öncesinde ve sonrasında basında bir dönem ağırlıklı olarak
pompalı tüfeklerden bahsedildi, müslüman grupların sürekli olarak pompalı tüfek
almaya başladıkları yazıldı ve bu konuda istatistiki raporlara yer verildi.
Böylece, müslüman kesimin büyük bir ayaklanma için silahlandığı izlenimi
uyandırılarak, buna tedbir alma bahanesiyle yapılan hukuk dışı uygulamalara
meşruiyet kazandırılmak istenmişti.
İşte
tüm bu gelişmeler üzerine -büyük ihtimalle de Yahudilerin olayları aşırı
derecede abartması ile- 28 Şubatçılar tarafından, MASK (Milli Askeri Stratejik
Konsept)’ın değiştiğini, “irtica” adını verdikleri iç tehdidin, esasında ise
irtica adı verilerek tüm İslami çalışmaların öncelikli tehdit haline geldiğini
açıklandı; bu konunun üzerine ivedilikle gidileceği, her türlü önlemin
alınacağı söylendi.
Yine
bu çerçevede Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde Deniz Kuvvetleri eski komutanı
Güven Erkaya’nın koordinatörlüğünde “Batı Çalışma Grubu” adı altında bir birim
kuruldu. Ardından da Refahyol Hükümeti’nin düşürülmesi için asker sürekli
olarak baskı yapmaya başladı. Hatta Haziran ayının ortalarında (12-16 Haziran
tarihleri arasında) darbe yapılacağı ile ilgili ağırlıklı söylentiler yayılmaya
başlandı.
28
Şubatta yapılan MGK’de alınan kararlara Başbakan olarak imza koyan Erbakan’ın
bu kararları uygulaması bekleniyordu. Ancak Erbakan’ın, kararları
uygulanmaması, hatta millet üzerine böyle kararlar uygulanacaksa bunun milletin
vekilleri, yani TBMM tarafından kararlaştırılması gerektiği görüşüne sahip
olması, bunun için Hükümete dikte ettirilmeye çalışılan kararları TBMM’ne
getirmek istemesi, 28 Şubatçıların tepkisini iyice artırıyordu.
Bu
çerçevede Ordunun darbe yapacağı söylemleri ile çalkalanan DYP içerisinde
seslerin yükselmesi, DYP’nin milletvekili istifalarıyla erimeye başlaması ve
Çiller’in, Erbakan’ı istifa etmeye zorlaması ile Erbakan, Demirel’e istifasını
sunmak zorunda kaldı. Ancak Demirel yapacağını yapmış ve “her devrin adamı”
olduğunu göstermişti; zira normal şartlarda Demirel, Hükümet kurma görevini
Çiller’e vermesi gerekirken, bu görevi Mesut Yılmaz’a vermişti. Mesut Yılmaz,
DYP’den istifa eden bir gurup milletvekilinin Cindoruk’un partisine
katılmasıyla D-ANASOL Hükümetini kurdu. Bu atanmış hükümet, meclisten güvenoyu
aldı.
ERBAKAN’IN
YENİ “İÇ TEHDİT” TESBİTİNE BAKIŞI
Değişen MASK gereği İslami
faaliyetler “öncelikli tehdit” ilân edilmişti. Erbakan, Genelkurmay’da yapılan
ve sadece Şura üyelerinin değil, Genelkurmay karargâhında görevli ve general
rütbesindeki tüm yüksek rütbeli subayların hazır bulunduğu bir toplantıda,
irtica brifinglerindekine benzer bazı filmlerin gösterilmesi üzerine, yeni “iç
tehdit” nitelemesini de değerlendirdiği bir konuşmada özetle şunları ifade
etmişti:
“Gösterilen filmde olaylar,
son derece abartılarak, açıkça bir yönlendirme yapılmak istenir biçimde
sunulmuştur. Yani sunuş objektif değildir. Bu bir hatadır. Bu filmden
çıkarılacak sonuçla bütün mütedeyyin insanlar, âdetâ vatan haini gibi
tanıtılmak isteniyor. İrtica deniyor, ortada tarifi yok. Sadece soyut bir
suçlama var. Bu da ikinci hata. Genelkurmay’ın iç tehdit tesbiti konusunda
karar verme yetkisi yoktur. Buna rağmen karar alıp açıklıyorsunuz. Bu da üçüncü
hatanız. İç tehdit tesbiti konusunda yetki Anayasaya göre Bakanlar
Kurulunundur. MİT Kanunu hükümleri ortada. MGK Genel Sekreterliği Kanunu
ortada. Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Kanunu ortada. Bu açık hükümler karşısında
açıkça görülür ki, sizin kendi kendinize iç tehdit tesbiti kararı almaya
yetkiniz yok! Ancak düşüncelerinizi ve tesbitlerinizi MGK’na götürebilir ve
teklifler yapabilirsiniz.”
28 ŞUBAT
KARARLARI
28
Şubat tarihli
ve 406 sayılı MGK kararı aynen şöyleydi:
“Milli Güvenlik Kurulumuzda
yapılan görüşmeler sonunda:
Cumhuriyet ve rejim
aleyhtarı aşırı dinci grupların, laik ve antilaik ayrımı ile demokratik laik ve
sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendikleri,
Türkiye’de laikliğin sadece
rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplum huzurunun da teminatı ve bir
yaşam tarzı olduğu,
Kanunlarımız gözardı
edilerek yapılan çağ dışı uygulamaların takipsiz kalmasının hukukun üstünlüğü
ilkesi ile bağdaşmayacağı hususlarında görüş birliğine vardıktan sonra,
EK-A’daki tedbirlerin kısa, orta ve uzun vade içerisinde alınmasının Bakanlar
Kuruluna bildirilmesi kararlaştırılmıştır.”
Burada sözü edilen EK-A, resmi ifadesiyle “İrticaya Karşı Önlem Paketi”ni
teşkil eden 18 maddeden oluşuyordu. Kıyameti koparan bu 18 maddelerin içeriği
şöyleydi:
1)
Anayasamızda Cumhuriyetin temel nitelikleri
arasında yer alan ve yine Anayasanın 4’üncü maddesi ile teminat altına alınan
laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması
için mevcut yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar
uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır.
2)
Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve
okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhid-i
Tedrisat Kanunu gereği Milli Eğitim Bakanlığı’na devri sağlanmalıdır.
3)
Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle
Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık
düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli
mihrakların etkisinden korunması bakımından:
a)
8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya
konulmalı.
b)
Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin
isteğine bağlı olarak, devam edeceği Kur’an kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı
sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal
düzenlemeler yapılmalıdır.
4)
Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına
sadık, aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü milli eğitim kuruluşlarımız,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.
5)
Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler
belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu
yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı’nca
incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek
gerçekleştirilmelidir.
6)
Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş
tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son
verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi
önlenmelidir.
7)
İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri Şûrâ
kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) ilişkileri kesilen personel
konusu istismar edilerek TSK’yı dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı
medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol
altına alınmalıdır.
8)
İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya
yasa dışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK’dan ilişkileri kesilen
personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna
imkân verilmemelidir.
9)
TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek
için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve
kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin
her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır.
10) Bu
maddenin tam metni Türkiye’nin uluslar arası ilişkilerini ilgilendirdiği için
yayımlanmamıştır ve sır perdesi hâlâ devam etmektedir.
11) Aşırı
dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda
kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara
ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla
mutlaka önlenmelidir.
12) T.C.
Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhasa Belediyeler
Yasası’na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal
ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların
tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır.
13) Kıyafetli
ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağ dışı bir görünüme
yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi
kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında
titizlikle uygulanmalıdır.
14) Çeşitli
nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis
ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar
getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle
değerlendirilmelidir.
15) Kurban
derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı
örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş
yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır.
16) Özel
üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal
işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasa dışı uygulamaların
ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel
korumalar kaldırılmalıdır.
17) Ülke
sorunlarının çözümünü “Millet kavramı yerine Ümmet kavramı” bazında ele alarak
sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak
onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.
18) Büyük
kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen
suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat
verilmemelidir.
28 ŞUBAT KARARLARI
KARŞISINDA TUTUMLAR
Basında “28 Şubat Kararları” olarak yer bulan, işte bu 18 maddeden oluşan
ve MGK Kararı’nın “EK-A”sını oluşturan “İrticaya Karşı Önlem Paketi” idi. Bu
paket karşısında kimin nasıl bir tutum içine girdiğine bakarsak, şöyle bir
manzara ile karşılaşırız:
Erbakan’ın Tutumu: Özellikle EK-A ile önerilen
hususların ne demokrasi, ne laiklik, ne hukuk devleti, ne adalet, ne de insan
haklarıyla bağdaşan bir yanı olmadığını söyleyen Başbakan Erbakan, durumun
nezaketini görünce önce partisinin Başkanlık Divanını topladı ve her şeyi bütün
yönleriyle ortaya koydu. Erbakan’a açıkça ifade ediyordu ki; “Milli Güvenlik
Kurulu anayasal görevini yaparken çeşitli konularda fikirlerini ortaya koyar,
tavsiyelerini yapar. Milli Güvenlik Kurulu ne Meclis’e ne de Hükümete kanun
dayatamaz. Söz ve yetki Türkiye’nin güvenliğinin korunmasından mes’ul olan
Hükümettedir.” Erbakan, “geliyorum” diyen darbenin ancak bütün siyasi
partilerin hep birlikte demokrasiye sahip çıkması ile önlenebileceğini
düşündüğü için, Meclis’teki bütün siyasi parti liderlerini ziyaret etti ve bu
ortamda demokrasiye hep birlikte sahip çıkma teklifini yaptı. Ancak sonuç
alamadı.
Çiller ve DYP’nin Tutumu: Başbakan Yardımcısı
Çiller’in ve DYP’nin tutumu ilk birkaç gün pek net değildi. Ama birkaç gün
sonra tavırlarını ortaya koydular. Erbakan’ı, basın vasıtasıyla, MGK
kararlarını imzalamaya davet ettiler. Bunu yaparken de, “laikliğin teminatı
biz, demokrasinin teminatı Silahlı Kuvvetler’dir” dediler. Hemen ardından
Hükümetin DYP kanadı olarak EK-A’da önerilen ve kendi Bakanlıklarını
ilgilendiren tedbirleri hemen uygulamaya koydular. Kur’an kursları, dernekler
ve vakıflar için valiliklere genelgeler gönderdiler. Oysa Anayasanın 118.
Maddesi mucibince, MGK kararlarının Bakanlar Kurulunda öncelikle müzakere
edilmesi gerekiyordu. Daha sonraki haftalarda ise DYP adına Çiller ve diğer
yetkililer, gazete manşetlerine de taştığı üzere, MGK kararlarının mutlaka
uygulanması gerektiği istikametinde net bir tutum sergilemeye ve muhalefet ile
aynı doğrultuda hareket etmeye başladılar.
Yılmaz ve ANAP’ın Tutumu: ANAP Genel Başkanı Yılmaz
yangına körükle gider gibiydi. Ağzına uzatılan mikrofonlara; “Durum endişe
vericidir. MGK bildirisi, Hükümet için suç duyurusudur. Gelinen durum sürpriz
değildir. Rejim bunalımı yaşanması kaçınılmazdır” diyordu; ama şunu da teslim
etmekten kendini alamıyordu: “Bilmiyorum ama, içeriğinden, üslubundan bu
tedbirlerin bu hükümetçe uygulanamayacak tedbirler olduğu ortada.”
Ecevit ve DSP’nin Tutumu: Ecevit, MGK bildirisi
demokratik haklar bakımından hiçbir sakınca teşkil etmiyormuş gibi Yılmaz’la
aynı çizgide duruyordu.
Baykal ve CHP’nin Tutumu: Baykal da MGK kararlarını
destekliyor, Hükümetin, diğer Anayasal kurumların iradesi altına girdiğini
söylüyordu.
Kitle Örgütlerinin Tutumu: İçlerinde daima
birbirlerinden ayrı, hatta birbirine karşı olmakla tanınan ve temsil ettiği
kitleye ters düşmek ve esasında “bir başka kitle”nin temsilcileri olan Türkiye
İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonu (DİSK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi
sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ), Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar
Konfederasyonu (TESK) genel başkanları, 28 Şubat sürecinde nereden işaret
aldılarsa, MGK toplantısı öncesine kadar o pek saygı duydukları hükümete açıkça
cephe alan bir tavır sergilemeye başladılar ve MGK kararlarının destekçisi
olduklarını açıkladılar.
Rantiyecilerin Tutumu: Rantiyeciler hayatlarından
memnundu. Plânları yürüyor, istekleri oluyordu. Esasen gerek TİSK, gerekse TOBB
adına verilen beyanatlar, askeri makamlara yapılan ziyaretler, onların da bu
sürece tam destek verdiklerini açıkça ortaya koyuyordu.
Rantiyeci Medyanın Tutumu: Rantiyeci medya bayram
ediyordu. Uğraşları meyvesini vermiş, irtica, Türkiye gündeminin baş köşesine
oturmuştu.
DEVLETİ SARSAN 20
KİŞİ
Gerçekten “irtica” Devletin hayatiyetini tehlikeye
düşürecek boyutlara mı ulaşmıştı? Bunu anlamak için, irtica yaygaralarının
koparıldığı tarihte cezaevlerindeki duruma bakmak yeterli olacaktır:
Cezaevi sayısı: 585
Tutuklu ve hükümlü sayısı: 60 000
Terör suçlusu sayısı: 10 000
Sol örgüt ve PKK mensubu
terör suçlusu: 9500
Sağ örgüt mensubu terör
suçlusu: 500
Hükümlü sol örgüt mensubu
terör suçlusu: 4750
Tutuklu sol örgüt mensubu
terör suçlusu: 4750
Tutuklu sağ örgüt mensubu
terör suçlusu: 450
Hükümlü sağ örgüt mensubu
terör suçlusu: 50
Bu veriler bize gösteriyor
ki, 65 milyon nüfuslu Türkiye’nin tüm cezaevlerinde 60 000 hükümlü ve tutuklu
var iken, rantiyeci medyanın irtica yaygaralarının âfâkı sardığı günlerde sağ
terör örgütlenmesi suçlamasıyla cezaevlerinde bulunan tutuklu sayısı 450,
hükümlü sayısı ise sadece 50 kişiydi!
Burada, işin arka plânını
bilmeyen ya da bu arka plânı gizlemek isteyenler tarafından, “Refahyol Hükümeti
kanunları uygulamıyordu ki cezaevlerinde daha fazla mürteci olsun” itirazı
yapılabilir. Ama D-Anasol Hükümeti hiç tavizsiz irtica kanunlarını uyguladı.
Şimdi de o dönemin tablosuna bakalım: Adalet Bakanlığı’nın Cezaevlerindeki son
durumu gösteren Mart 1999 ayı tablosuna göre;
Genel tutuklu ve hükümlü sayısı: 69 000
Terör suçlusu sayısı: 11 000
Sol örgüt ve PKK mensubu terör suçlusu: 10 400
Sağ örgüt mensubu terör
suçlusu: 600
Tutuklu sağ örgüt mensubu
terör suçlusu: 530
Hükümlü sağ örgüt mensubu
terör suçlusu: 70
Yani Refahyol Dönemiyle
D-Anasol Dönemi arasındaki sağ terör örgütü suçlamasıyla hüküm giymiş kişi
sayısı aradaki fark, sadece 20 kişi. Şimdi sormak gerekmez mi, “bütün irtica
yaygaraları bu 20 kişi için mi yapıldı?” diye. Devleti bu 20 kişi mi sarsıyor,
Devletin temel düzenini bu 20 kişi mi yıkacak gücü taşıyordu? Yoksa, irtica
bahanesiyle başka bazı yapılanmalara meşruiyet mi kazandırılmak isteniyordu?
28 ŞUBAT KARARLARI
UYGULANIYOR
Erbakan bu kararları
imzalamak durumunda kaldı; fakat uygulamadı. Kıyamet de koptu. Toplum
tarafından seçilmiş Refahyol Hükümeti düşürüldü ve yerine kurulan 28 Şubatçılar
tarafından atanmış D-Anasol Hükümeti zamanında başlanan ve halen devam eden
icraatlarla, 28 Şubat süreci ülkenin tek gündemi oldu.
18 Maddeden oluşan bu
kararlarla, 28 Şubatçılar, “irtica” yaftasıyla boy hedefi haline getirilen
mütedeyyin halkı karşılarına aldılar. Devletin içinde en önemli güç askerler
oldu. Sorunun kökeninde, kendini Atatürk’ün kurduğu rejimin vârisi gibi gören
askerlerin, dini kimliğin özgürce ifade edilmesi halinde, “vâris” pozisyonunun
sorgulanabileceği endişesi mi yatıyordu? Nitekim, iç siyasetin sınırlarını da
bu güçler çizdi, dış siyasetin hedeflerini de.
Toplum, “laiklik ve şeriat”
ikileminde bunaltıldı.
Asıl sorunun, insanların
“temel hak ve hürriyetler”inin tanınması ile “tek parti dönemine dönüş
çalışmaları” arasındaki çatışmadan kaynaklandığı gerçeği, gizlenmeye çalışıldı.
Halkın kimliğine karşı savaş
açıldı. Yeni kimlikle, yeni bir ulus oluşturmak istendi. Bu ulusta Türk
milliyetçiliği giydirilmiş ve Kemalist felsefeyle yoğrulmuş bir “resmi din”,
toplumun dini İslam’ın rolünü üstlenecekti. Bunun için, halkın kimliğini
yansıtan her şey yasaklandı ya da yasaklanması için çalışmalar başlatıldı.
Yasaklananlar halk tarafından yeniden benimsenince de kıyamet kopartıldı.
Devlet yönetiminin, mahkemelerin ve bütün kurumların Kur’an hükümlerine
göre düzenlenmesinin istenmesi “1300 yıl geri bir yönetime gitmeye kalkışmak”
olarak hakaretle karşılandı.
Müslümanca haklarını arayanlara “kan emiciler...” diye en yetkili
ağızlardan hakaretler edildi.
İslam’a gericilik dendi,
gericiliğin simgesi olarak takdim edildi.
Refahyol
Hükümetini yıkmak için bir yandan darbe tehdidi kullanıldı, bir yandan derin
devletin bütün imkânları seferber edildi, bir yandan da gerek basın yoluyla,
gerekse darbe yanlısı ve güdümlü sivil toplum kuruluşlarının eylemleriyle
hükümet yıpratılmaya başlandı. Hatta, Refah Partisi hakkında kapatma davası
açıldı ve kapatıldı da.
Yüksek
Öğretim Kurulu tarafından yapılan Rektörler toplantısında rektörler, Milli
Güvenlik Kurulu’ndan brifing talebinde bulundular. Bu toplantının hemen
ardından bütün üniversitelerde başörtüsü yasağı uygulanmasına dair karar
çıkarıldı. Üniversitelerde ve devlet dairelerinde yasaklanan başörtüsü, İmam
Hatip öğrencilerine de Kur’an dersleri hariç, yasaklandı.
YASAKLAR
GEÇİDİ
28 Şubat süreci ile birlikte
resmi ideolojinin dayatması sebebiyle, resmi ideolojiyi benimsemeyen herkese,
özellikle de müslümanlara yapılan zulümler ve baskılar iyice tırmandırıldı. Bu
baskılar sebebiyle ülkedeki yasaklar listesine girenlere bakıldığında,
getirilecek yeni sistemde karşılaşılacak manzaranın niteliklerinden bazıları
şöyleydi:
-
İslami kimliği ibraz etmek yasaktı.
-
İslami kimliğin kıyafete yansıyan boyutunu bile ibraz etmek, tesettürlü
olmak, en azından okullarda, resmi dairelerde ve üniversitelerde yasaktı.
-
Laik olmadığını ifade etmek yasak, laik olmak mecburiydi.
-
Atatürkçü olmak mecburi, olamayacağını söylemek yasaktı.
-
Kur’an’ı okumayı öğrenmek sınırlamalara tâbî, muhtevasını benimsemek
ise yasaktı.
-
Çocuğunu İslam’ı esas alan eğitim programlarına göre yetiştirmek yasaktı.
Laik, materyalist, pozitivist ders programlarına göre “tek tip” insan
yetiştirmeye yönelik “ideolojik güdümlü eğitim” mecburiydi.
-
İslam cemaati kurmak yasak, yahudi ve hıristiyan cemaati serbestti.
-
Bireysel ve toplumsal hayata Allah’ın hükümlerini egemen kılmayı
istemek yasak, laik, Kemalist, pozitivist, materyalist kanun ve kurallara uymak
mecburiydi.
-
İnsanların istedikleri dini özgürce tercih edip özgürce yaşamaları
yasak, “resmi dini” benimsemek ve ona uygun bir hayatı yaşamak mecburiydi.
-
İslam’a ve müslümanlara eleştiri sınırlarını dahi aşarak hakaret etmek,
aşağılamak, karalamak, diğer kesimleri İslam’a ve müslümanlara karşı kin ve
düşmanlığa açıkça tahrik etmek serbest, İslami kimliği ve müslümanları
savunmak, zulmedilmemesini talep etmek, onların da özgür olmasını istemek ve
zulmeden yönetimleri eleştirmek yasaktı ve hatta halkı kin ve düşmanlığa tahrik
olarak nitelendirilmekteydi.
-
Müslümanların vakıf ve dernek kurmaları ilâve sınırlamalara tâbî idi,
baskı altındaydı. Mescidleri laik devletin kontrol ve denetimi altındaydı,
buralarda dahi dinlerini ana kaynaklarına uygun bir şekilde tebliğ etmeleri
yasaktı. Mescidlerde dahi resmi ideolojinin İslam diye cemaata yutturulması
mecburi idi.
-
Müslümanların, laikliği, Atatürkçülüğü esas alan ve Allah’ın hayatı
düzenleyen hükümlerini ise “irtica” diye karalayan yönetimlere sahip olan
silahlı kuvvetlerde er olarak askerlik yapmaları mecburi, ama subay ve astsubay
olmaları yasaktı.
-
Müslümanların vergi vermeleri mecburi, ama kendilerinden alınan
vergilerle yapılan okul ve resmi dairelere başörtülü olarak girmeleri yasaktı.
-
İnsanlar ibadet yerine gitmek için bile endişeli bir gözle etrafını
süzmeye mecbur olmuşlardı; çünkü bireyselleşmek asıl, inanç etrafından
toplumsal/cemaatsal bütünlük sağlamak yasaktı.
-
Laiklik, devleti ehliyetsiz bir din reformcusu haline getirmişti. Dini
reforma tâbî tutmak asıl, ana kaynaklarına göre hayata aksettirmeye çalışmak
yasaktı.
-
Memleketin ekseriyeti, öz vatanında, mazlum bir müstemleke halkı gibi,
üzgün ve küskün bir yaşantıya mahkûm edilmişti. Esaret esas, istiklâl yasaktı.
TERSİNE HUKUK,
BASKICI SİSTEM
Sistem
kurulurken, hukuki terimlerin içerisine yerleştirilmiş kelimelerin anlamları,
istismara mahal verecek bir şekilde yazılmıştı. Halk yasaları anlamadı,
yasaları yapanlar keyfi yoruma müsait şekilde anlaşılması için büyük çaba
sarfettiler, yasaları uygulayanlar ise müslümanın aleyhine olacak şekilde her
türlü keyfi yoruma başvurdu. Özellikle fikir beyanı ile ilgili yasalarda bu
yapıldı.
“İrtica”, “Laiklik”, “Demokrasi”, “Atatürk
ilkeleri” gibi terimler farklı şekilde yorum sebebiyle toplumun bazı
kesimlerinde huzursuzluklara sebep olacak biçimde uygulandı. İrticanın, din
kisvesi altında yapılan hangi hareketi ifade ettiği belli değildi. Herhangi bir
ibadet veya dini duyguların ifadesi bile bazılarınca irtica kavramıyla ifade
edilebilmekteydi. Laiklik kelimesi ise toplumumuzda bazı kişilerce din ve
vicdan özgürlüğü olarak tarif edilirken, bazı kesimlerce dinsizlik olarak ve
bazı kesimlerce de dinin siyasete alet edilmemesi şeklinde yorumlanmaktaydı. M.
Kemal’in ölümünden sonra kanunlara konulan ve ona maledilen bazı hakları
sınırlayıcı hükümler ise pratikte toplumsal ve kişisel hürriyetleri
kısıtlamaktaydı.
Esas görevleri olması
gereken “vatanı düşman tehlikesinden koruma”yı terkederek kendi halkına savaş
açanlar, bir noktadan sonra bu savaşlarının dozunu arttırarak sürdürme kararı
aldılar. Bu öylesine bir savaştı ki, doğrudan doğruya halkın inancına ve
kimliğini oluşturan değerlere yönelmişti. Bu savaşın boyutları ise, 28 Şubat sürecinden
önceki yasaklar listesine şu yeni yasakları ekleyerek genişletilmişti:
-
Üniversitelerdeki örtünme yasağına sıkı sıkıya uyulacaktı.
-
Açık alanlarda ve hatta sokaklarda sakallı, şalvarlı, çarşaflı olarak
tespit edilenler gözaltına alınıp cezalandırılacaklardı.
-
Laikliğe aykırı faaliyette bulunanlara ömür boyu ağır hapis cezaları
verilecekti.
-
Tüm Türkiye çapında kurulu bulunan dernek, vakıf ve yurtlar askerî ve
mülkî âmirler tarafından yılda en az üç kere denetlenecekti.
-
Cami ve mescit yapımında Belediye ve Jandarmadan izin alınması zorunlu
olacaktı.
-
Camilerin etrafında yapılan 8 yıllık kesintisiz eğitimi protesto
gösterilerini engellemek için gösteri yasağı getirilecekti.
-
Devlet memurları yasası değiştirilecek ve aynen askeriyede olduğu gibi,
namaz kılan memurlar devlet düşmanı kabul edilip memuriyetten atılacaktı.
-
Görev yapmakta olan 835 kaymakamdan ilk etapta 235’i, kadınlarla
tokalaşmadığı için irtica mensubu kabul edilerek görevden alınacaktı.
-
27 Vali de aynı gerekçeler ile görevden alınacaktı.
-
İlme de aykırı olarak 8 yıllık kesintisiz eğitimle, müslüman
çocuklarının daha uzun süre resmi ideolojinin kalıpları içinde pres edilmesi
kararı alınmıştı. Bununla amaç, “tek tip insan” yetiştirmekti. Nitekim
Cumhurbaşkanı Demirel, bunu kendi üslûbuyla şöyle izah edecekti: “Eğitim
sistemi iki çeşit vatandaş yetiştirmez. İki çeşit vatandaş yetiştiriyorsanız,
bir süre sonra aynı dili konuşan vatandaşlar birbirine düşman olur. O nedenle
tek tip insan yetiştirilmeli.”
-
Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetleri ve Genelkurmay brifingleri ile
ülkedeki oligarşik diktatörlük iyice pekiştirilmiş, kendi tercihleri olarak
ortaya attıkları demokratik, sosyal hukuk devleti ilkelerini bile ayakları
altına almaktan çekinmemişlerdi. Batı Çalışma Grubu, 28 Şubatçılar ve büyük
sermaye, anti demokratlığı, anti hukukiliği ve anti sosyal olmayı, hem de tüm
ülke insanına baskı ile dayatıp Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, sosyal,
hukuk devleti olma vasıflarını fiilen ortadan kaldırmışlardı.
-
Bir kısım emekli generallerin ve bürokratların ağzından, bir yandan
“Tankları yürüterek balans ayarı yaptık, gerekirse silah kullanırız”, “İkinci
Kurtuluş Savaşı yaparız, kan dökeriz, “Topyekün savaş”, “Yeni bir cephe
oluşturmak” gibi tehditlerle halk yıldırılmaya, sindirilmeye çalışılırken, bir
yandan da “Laik ve Atatürkçü olmayanların insan bile olmadıkları”,
“Başörtülülerin ninja kaplumbağalar olduğu”, müslümanlara hitaben “mürteci”,
“yarasa” vb. daha pek çok saldırganca hakareti, tezyif ve tahkiri esas alan,
kin ve düşmanlığı hem tahrik eden, hem de bizzat fiilen yapan tutum, eylem ve
söylemleri her gün medyada çok yaygın olarak yer almaktaydı. Bütün bunlar bu
ülke halkının önemli bir kısmını düşman ilân etmek amacıyla yapılmaktaydı.
-
Yeni yasa hazırlıkları yapılıyor, müslümanın memuriyet ve ticaret yapması
bile engellenmek isteniyordu.
-
Ülkedeki bütün insanlar Batı Çalışma Grubu tarafından fişleniyor, ülke
insanı fiilen ikiye bölünüyor ve bir taraf diğer tarafa karşı tam anlamıyla kin
ve düşmanlığa teşvik ediliyordu.
-
Toplum içinde ispiyonculuk, muhbirlik, birbirini karalama eğilimleri
tahrik edilip kullanılıyordu.
-
Öyle düzenlemelere gidilmesi isteniyordu ki, gerçekleştiğinde halkın
verdiği vergilerle temin edilen silahlar, dışarıdan bir saldırıya karşı
kullanılması gerekirken, bizzat halka çevrilebilecekti.
-
Bu ülkede insanca ve müslümanca yaşamak imkânı tamamen yok ediliyor,
nefes almak imkânı bile bırakılmak istenmiyordu. Çetelerin cirit attığı bu
ortamda can ve mal güvenliği neredeyse tamamen yok olmuş durumdaydı. Düşünce ve
din özgürlüğü zaten yoktu.
-
İşkence ve çok yönlü insan hakları ihlalleri zirveye tırmanmış
durumdaydı.
-
Elinde silah olanların bazıları, medyaya da intikal eden
açıklamalarında 1930’lu yıllara tekrar dönmeyi amaçladıklarını, “mürteci” diye
damgaladıklarının köklerini kazımaya and içtiklerini, gerekirse nüfus
bakımından da 60 yıl öncesinin rakamlarına inmeyi göze alabileceklerini
cüretkâr bir biçimde ifade edebiliyorlardı.
-
Bütün bunların karşısında, “neden bize zulmediyorsunuz, yeter artık,
zulmünüzü durdurun” diye tepki göstermek, hak ve özgürlükleri talep etmek ise
suç sayılıyordu. Artık mazlumlara, baskıya karşı çıkmak ve özgürlük istemek
bile çok görülüyordu.
-
Ülke halkını eli silahlı teröristle aynı kefeye koyan 163. maddenin
yerine konulacak yeni bir kanun taslağı üzerinde çalışılmaktaydı. Bu yasayla
getirilmek istenenler şöyleydi: İbadethaneler dışında başörtüsü ve muhtelif
başlık takanlar tecil edilmeksizin ve paraya çevrilmeksizin üç yıla kadar hapis
yatacaktı. Her ne surette olursa olsun dini propaganda/tebliğ yapanlara üç yıla
kadar, din eğitimi konusunda yol gösterenlere, kitap temin edenlere üç yıla
kadar, dinin öğrenilmesi için telkinde bulunanlara beş yıla kadar ceza
verilebilecekti. Gerektiğinde bu cezalar yarı miktarda artırılacaktı. Bu
taslakla bir milletin topyekün dini, milli ve manevi hasılası hedef alınmıştı.
Eğer bu yasa çıkarsa, hiç kimseye, evladınıza, komşunun çocuğuna, torununuza,
ahbabınıza, sözünüzün geçtiği bir gence, dinin hükümleri anlatılamayacaktı.
Birkaç çocuğa evinde Kur’an okumayı öğreten kişi, örgütlü şuç kapsamına
alınarak, süresi 1 yıl ile 8 yıl arasında olan ve paraya da çevrilemeyen
cezalarla cezalandırılacaktı.
-
Devlet, resmi ideoloji dışında hiçbir eğilime müsaade etmeyecekti.
SÜREKLİ DARBE
Yaşadığımız sosyal, siyasal, hukuki, idari,
tedrisi, iktisadi ve benzeri hayat, tarihiyle ve bugünüyle incelendiğinde
görülecektir ki, aslında Türkiye, bazı dönemler hariç, kurulduğu günden bu yana
28 Şubat benzeri bir süreçten geçiyor; “sürekli darbe”yi yaşıyordu.
28 Şubat süreci,
bu sürekli darbe gerçeğinin altındaki zeminin kaymaya başladığı bir dönemde,
sistemi aslına rücû ettirmek amacıyla yapılmıştı. Bunun için de öncelikle
“fikirler” ve “zikirler” zapt-u rapt altına alındı. 28 Şubatçılar, düşünceyi
açıklama özgürlüğünü tamamen ortadan kaldırmış ve düşünceyi suç saymıştı. Artık
Türkiye daha az konuşur olmuştu. Türkiye sustu, kendisini Türkiye’nin yerine
koyan makam sahipleri konuşmaya başladı. Devamı...
Giriş
Tarihi: 28.02.2016 (2863)
|