28.08.2016
1- Medeniyetin
Siyasal Sistemi
Modern dünyanın başlıca sorunları arasında
ilk sırayı “Siyasal Sistem” sorununun aldığını söyleyebiliriz. Zira insanları
mutlu edecek olan da, hayatlarından bıktıracak olan da siyasal sistem ve
siyasal sistemin niteliğidir.
Siyasal sistem, “devlet tüzel kişiliği”nin
de, insanların “toplum hali”nde yaşadıkları “devletli hayat”ın da nitel ve
nicel öğeleriyle belirleyicisidir; buna bağlı olarak başta “idari-kurumsal”, “iktisadî-malî”,
“sosyal-kültürel”, “hukukî-adlî” sistem olmak üzere, genel olarak “rejim”in ve
“hayat tarzı”nın kumanda, sevk ve idare mekanizmaları, siyasal sisteme bağlı
olarak işlevlerini sürdürür.
“Medeniyet” ise insanlığın ulaşmak istediği
bir “düzey”, haiz olmak istediği bir “vasıf”, kendini izafe ettiği bir “ana
kaynak”, tarzını uydurmak istediği bir “asli esas”; mevcutlarını test ettiği
bir “mikyas” olarak yer bulmakta. Bu nedenle “siyasal sistem” ile “medeniyet”
arasında sıkı ve vazgeçilmez bir irtibat olduğunu ifade etmek mümkün.
Ancak sorun da işte bu noktada çıkıyor. Çünkü
bu noktadan itibaren “medeniyet” terimiyle “siyasal sistem” terimi arasında bir
öncelik-sonralık, astlık-üstlük ya da daha doğru bir ifadeyle
“belirleyen-belirlenen” ilişkisi kuruluyor. Bu ilişkinin mahiyeti ve niteliği,
insanları ya sorunlar yumağına doluyor ve çözümsüzlük girdabına sürüklüyor, ya
da sorunların “sorun” olmadığı, çözümlerin kendiliğinden ürediği bir atmosfere
çıkarıyor. Demek ki işin başı, “medeniyet” ve “siyasal sistem” terimleri arasındaki
ilişkinin mahiyetinin kavranmasıdır.
Burada sorun şu: İnsanlığı yönetecek olan
“medeniyetin siyasal sistemi” mi olacak, yoksa insanlık “siyasal sistemin
medeniyeti”ne göre mi yaşayacak?
Bu ikisi kesinlikle aynı şey değildir, hatta
mahiyet ve nitelik itibariyle aralarında en küçük bir benzeşme ya da yakınlaşma
durumu yoktur. İfade ettiği mana ya da getireceği sonuçlar bakımından da
tamamen farklı zeminlerde, birbirine zıt iki atmosfer teşkil eder.
“Medeniyetin siyasal sistemi” demek, özetle
“siyasal sistem medeniyete göre tesis edilecek” demektir. Burada belirleyici
öğe, üst norm, âmir hüküm, öncelikli kaynak “medeniyet”tir. Bunun aksine
olarak, “siyasal sistemin medeniyeti” teriminde belirleyici öğe “siyasal
sistem”dir; siyasal sistem kendince bir medeniyet kurmuş ve insanları ona göre
yaşamaya zorluyor demektir.
Görüldüğü üzere, aynı kelimelerden oluşan bu
iki terim, bambaşka ve birbirine tamamen zıt iki mahiyeti ifade etmede
kullanılabiliyor.
Her iki durumda da aslolan, insanların bir
“sistem”e tâbî oldukları, hayatlarını düzene koyacak bir sisteme ihtiyaç
duydukları. Ancak önemli olan, nasıl olursa olsun, hangi vasfı taşırsa taşısın
illâ da bir “sistem” ön kabulünden ziyade, insan fıtratını, toplumsal
dinamikleri, kültür, kimlik ve kişilik değerlerini hesaba katan, gerçekten
“işte bu” denilebilecek bir “medeniyet”e dayalı olan bir sistemdir. Bu da
“medeniyet”in “siyasal sistem”e göre kurulmasını değil, “siyasal sistem”in
“medeniyet”e göre kurulmasını gerektirir. Evvelâ “medeniyet” olacak, ama hangi
medeniyet olacağına da doğru karar verilecek; bundan sonra o medeniyetin
siyasal sistemi dizayn edilip insanlığın sevk ve idaresinde hâdim olacak.
Bu girizgâhtan sonra, artık “medeniyetin
siyasal sistemi” üzerinde durabiliriz. Medeniyet aslında nedir, medeniyetin
siyasal sistemi hangi vasıfları/nitelikleri haizdir, temel özellikleri
nelerdir, insanlığa neler sunmaktadır, insanlığı nasıl bir zemine çekmek
istemektedir, şimdi bunlar üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
Toplum halinde yaşayan insanın, az çok mutlaka
“siyasal davranış”ta bulunmadan edemeyeceğini bilmekteyiz. Yine insanın,
kendini “medeniyet” kelimesiyle ifade etmeye meyyal olduğunu da görüyoruz.
“Siyasal sistem” ve “medeniyet” arasında sıkı bir münasebet olduğunu ve bunun,
“insanlığı yönetecek olan ‘medeniyetin siyasal sistemi’ mi olacak, yoksa
insanlık ‘siyasal sistemin medeniyeti’ne göre mi yaşayacak?” sualini gündeme
getirdiğini biraz önce ifade etmiştik. Bu cümleden olmak üzere, medeniyetin
aslında ne olduğunu, medeniyetin siyasal sisteminin hangi vasıfları/nitelikleri
haiz olduğunu, böyle bir sistemin hangi temel özellikleri bulundurması
gerektiğini, insanlığa neler sunacağını, insanlığı nasıl bir zemine çekmek
istediğini incelememiz gerekecektir. Ancak bundan da önce, meseleyi toparlamak
açısından şuna açıklık getirmeliyiz: “Medeniyetin Siyasal Sistemi” ne/nasıl
değildir?
Medeniyetin siyasal sistemi, “insan fıtratına
rağmen” kurulan bir sistem değildir. İnsan fıtratına aykırı bir yanı ve yönü
yoktur. Kararlar alınırken, icraatlar yapılırken, kurallar belirlenirken,
kurumlar tesis edilirken, insanın “insan” olma yönüne ve taşıdığı fıtrî
özelliklere/gerekliliklere ters düşecek, onları ihlal, iptal ve ihmal edecek
bir yola başvurulmaz, böyle bir sonuç oluşturulmaz. Bundan ötürü böyle bir
sistem içinde yaşayan insanlar, doğal davranışlarda bulunurlar, kendilerini
baskı altında hissetmezler, sistem ile tam anlamıyla bütünleşmişler ve sistemi
benimsemişlerdir, mutlu ve huzurludurlar.
Medeniyetin siyasal sistemi, insanları
“toplum” haline getiren “temel toplumsal değerler”e, toplumun ve bireyin
“kimlik ve kişilik değerleri”ne rağmen kurulan bir sistem değildir. Bu sistem
içinde birey ve toplum açısından kesinlikle bir “kimlik bunalımı” ve “kimlik
sorunu” yoktur. Sistemin yürütücüleri toplumun kimliği üzerinde oynama,
toplumsal kimliği değiştirip yeni bir kimlik tesis ve tahsis etme gibi bir çaba
içinde olmazlar; bilâkis toplumsal kimlik ve kişilik değerlerini korurlar,
onları geliştirmeyi başlıca vazifelerinden bilirler. Bu bakımdan, siyasal
sistemin idare tarz ve icraatlarıyla toplumsal beklenti ve ihtiyaçlar arasında
uyumsuzluk görülmez, sorun yaşanmaz, istikrar hakimdir.
Medeniyetin siyasal sistemi, “hukukun genel
niteliklerine aykırı” bir sistem değildir. Bu sistemde hukuk, yasaların
tahakkümü altına alınmamıştır. Sistemin kurumsal ve kuralsal yapısı, tamamen
hukuk çerçevesinde, temel hukuk esaslarının hudutları dahilindedir. Böyle bir
sistem içinde “adalet” hakimdir, sistemin omurgasını hukuk oluşturur, ama o
sisteme hayat veren ruh, “adalet”tir. İnsanlar, kendilerine adil
davranılacağını, zulmedilmeyeceğini bildikleri için, genel bir
rahatlama/rahatlık içinde hayatlarını sürdürürler. Bu da toplumsal bünyede ve
devletli hayatın yapısında huzursuzluklara, karışıklıklara, çözülmelere mani
olacak unsurların başında yer alır.
Medeniyetin siyasal sistemi, birey ve toplum
ölçeğinde, “insan hak ve hürriyetlerine rağmen” kurulmuş bir sistem değildir. Bilâkis
insanların temel hak ve hürriyetleri, sistemi dizayn eden olmazsa olmaz
unsurlar arasında yer alır. İnsan haklarına rağmen, insanların temel hak ve
hürriyetleri çiğnenerek “devletli hayat”ın sürdürülmesi de, siyasal sistemin
yürütülmesi de söz konusu olmaz. Haklar, sisteme hayat veren temel
unsurlardandır.
Medeniyetin siyasal sistemi, “denetimsiz” bir
sistem olarak da kurulmuş değildir. Bu sistemin ve devlet tüzel kişiliğinin,
birey ve toplum menfaatlerine, temel değerlere zarar verecek hiçbir oluşum ve
icraat içinde bulunması mümkün olmaz. Kutsal bir yanı yoktur, dokunulmaz
vasfını taşımaz. Birey ve toplum karşısında hesap soran değil, hesap veren bir vasfı
haizdir; insanların, kendilerini sevk ve idare etsin diye kurdukları sistemi
her zaman kontrol ve denetim altında tutma hakları vardır.
Medeniyetin siyasal sistemi, bireyler ve
sosyal kümeler arasında “eşitsiz ve ayrıcalıklı” tutum ve icraat içinde olmaz.
Bu hususlarda da “adalet” ve “hukuk” tek ve vazgeçilmez mikyastır. İltimas
yoktur, kimini kayırma ve kimine de haksız davranma gibi çarpık uygulamalar
bulunmaz.
Medeniyetin siyasal sistemi, “durağan” değildir;
bireysel ve toplumsal ihtiyaç ve taleplere göre, yine temel toplumsal değerler
çerçevesinde revize edilebilmeye açıktır. Dinamiktir, temel kriterlerde
muhafazakâr da olsa, zamana ve zemine göre şekillenen yeni ihtiyaçlara cevap
verebilecek donanımları kazanmak için gerekli revizyon çalışmalarına engel
olacak bir vasfı yoktur.
Bunlar, “Medeniyetin Siyasal Sistemi”nin ne
olmadığına ilişkin asgarî ölçüler ve nitelikler. Bu listeye ilavelerde bulunmak
mümkün, lâkin yapılacak her ilave bunların açılımı olacağından, şimdilik bu
kadarını ifadeyle yetiniyoruz. Bundan sonra, artık “medeniyet”in ve
“medeniyetin siyasal sistemi”nin ne olduğu, nasıl ve hangi nitelikleri
taşıdığına bakmak gerekir.
Doğrusunu ifade etmek gerekirse, medeniyetin
siyasal sisteminin ne olmadığından söz ederken, bir yerde “ne olduğu”na da
değinmiş olduk. Ancak medeniyetin aslında ne olduğunu, medeniyetin siyasal
sisteminin hangi vasıfları/nitelikleri haiz olduğunu, böyle bir sistemin hangi
temel özellikleri bulundurması gerektiğini, insanlığa neler sunacağını,
insanlığı nasıl bir zemine çekmek istediğini biraz daha somut biçimde
incelememiz daha doğru olacaktır.
“Medeniyet” denince ne anlaşılmalı? Ya da
insanların kendilerini onunla ifade ettikleri “medeniyet” nasıl bir şey?
Kelime anlamıyla medeniyet, “şehirlilik”
olarak tanımlandığı gibi, “bir toplumun maddi ve manevi, sosyal, siyasal ve
kültürel varlığı ile ilgili özelliklerinin bütünü” olarak da
anlamlandırılmakta. Bir başka açıdan da medeniyet, “bilim ve teknikte yüksek
düzeye ulaşmış, kalkınmış, iktisadî bakımdan gelişmiş bir toplumsal düzey”
olarak ifade edilmekte.
Bu anlamda “medeniyet”in her toplum için aynı
nitelikleri taşıyan standart bir kalıbının olamayacağını söylemekte bir mahzur
yoktur. Bunun anlamı, her toplumun, kendi medeniyetini ancak kendi maddi ve
manevi değerleri üzerine, kendi kültürel özellikleri, kimlik ve kişilik
değerlerine dayanarak kuracağı, kurabileceğidir.
Dikkat edilirse, “medeni” olabilmek için
öncelikle medeniyet kurabilecek bir kültür birikimi lazım. Her toplumun
kültürü, o toplumun maddi ve manevi değerleriyle şekilleneceğinden, esasında
medeniyeti tesis edecek kültür birikiminin temellerini, toplumun kimlik ve
kişilik değerleri teşkil eder. Buraya dikkat! Eğer bir toplum kendi kimlik ve
kişilik değerlerinden uzaklaştırılırsa, toplumun kendinden olan, toplumu o
haliyle tanımlayan kimlik ve kişilik değerleri atılıp topluma yeni bir kimlik
takılmaya çalışılırsa, üstelik bu yeni kimlik o topluma tamamen yabancı bir
başka medeniyetin kimliği ise, işte o noktada film kopmakta ve taklit edilen
kimlikle medeniyet kurulamamaktadır. Bilâkis o toplum, kendi değerleriyle
yüksek düzeyde bir medeniyet kurabilecekken, o değerlere düşman, ama bir
şekilde iktidarı ele geçirmiş bir güruh tarafından dayatılan taklit ve ithal
kimlik ile, medeniyet bakımından çok çok gerilere itilmiş olmaktadır.
Demek ki “medeniyet”in birinci ve en temel
vasfı, toplumun kimlik ve kişilik değerlerine uygun ve o değerler üzerine
kurulmuş olmasıdır. Bu, şu özgün cümleyle ifade edilebilir:
Bir toplumun medeniyeti, o toplumun aslî kimlik
ve kişilik değerlerinden inkişaf eder.
Medeniyet kavramında toparlanan bir başka
anlam, “adaletseverlik”tir. Yani medeniyet, “adalet” üzerine kurulabilir ancak.
Temelinde adalet olmayan hiçbir düzeyi medeniyet olarak adlandırmak doğru
olmaz. Adaletin temelinde ise “hukuka uygunluk” yatar; yani “hukuk” demek
“haklar” demek olduğuna göre, “haklara riayet” esastır. Hakları nitelendiren
husus, bireyin ve içinde yaşadığı toplumun nasıl, hangi kriterlere göre rahat
ve huzur içinde olacağıdır.
Demek ki her toplum için değişmeyen “hukuk”
ve “adalet” kavramı, değişen bir içeriği haizdir. Bir toplum için adalet olan,
bir başka toplum için zulüm olabilir. Mesela Hristiyanın kiliseye sokulmasının
adalete aykırı bir tarafı yokken, bir Müslümanı kiliseye gitmeye zorlamak, o Müslümana
yapılacak büyük bir zulümdür ve adalete aykırıdır. Bu basit örnekten hareketle,
bir toplumun düşünüş ve yaşayış şeklini bir başka toplumun kültürel ve sâir
özelliklerine göre düzenlemeye kalkışmak da zulümdür ve bu, esasta medeniyete
ittiba değil, o toplumun medeniyetini imha harekâtından öteye bir şey değildir.
Şimdi bu izahatımızı da özgün bir cümleyle özetlersek şunu söyleyebiliriz:
Bir toplum için hukuk ve adalet, o toplumun
kimlik ve kişilik değerlerine riayetle mümkündür.
Medeniyet, bir bakıma da “insanca, iyi ve
ferah yaşayış” demektir. Buna göre bir toplumu insanca yaşatmayan, toplumu
huzura kavuşturmayan, mutlu etmeyen hiçbir düzeyi o toplum için medeniyet
olarak adlandıramayız. Dikkat edilirse bu da toplumdan topluma değişecek,
farklılıklar gösterecek bir niteliktir. Her toplum, ancak kendine uygun
icraatlarla, kendini bulmak ve görmek istediği düzeyde olursa ve kendini, kendi
değerleriyle ifade edebilirse mutlu ve huzurlu olur. Bu, mesela bir insanın kendi
evindeyken, misafir gittiği eve göre daha rahat ve huzurlu olmasına benzer.
Bu basit örneği değiştirirsek, mesele daha
iyi anlaşılır. Mesela bir insanı kendi evinden zorla alıp bir başkasının evinde
yaşamaya mecbur kılarsak, o insanın rahat ve huzur içinde yaşamasını beklememiz
kesinlikle mümkün değildir; hatta bilâkis ona çok büyük bir ızdırap vermiş,
bütün huzur ve sükûnunu imha etmiş oluruz.
Şimdi bu misali biraz geliştirelim. Bir
toplumu kendi medeniyet düzeyinden ya da daha doğru bir ifadeyle kendi medeniyet
zemininden kopararak bir başka toplumun medeniyet zemininde yaşamaya zorlarsak,
aslında o topluma medeniyet kazandırmış olmayız; bilâkis onu medeniyetten
mahrum bırakmış oluruz. Demek ki her toplumun medeniyeti kendinindir; her
toplum, kendi medeniyet zemininde ancak insanca, rahat, refah ve huzur içinde
yaşayabilir.
Medeniyetin, bir de bilim, teknoloji ve fen,
kültür ve sanat bakımından gelişmişlik olduğunu biliyoruz. Ancak bunun da her
toplum için aynı nitelikleri taşıması mümkün değil. Mesela resim ve heykel
sanatı Budist toplum için büyük bir önem arz edebilir. Ancak Müslüman toplum
için bu sanatın “sanat” değeri bile yoktur; zira Müslümanın inancı gereği canlı
resim ve heykel yapmak mümkün değildir. Müslüman toplum, mesela hat sanatıyla,
işleme ve desen gibi çalışmalarla “resmetme” sanatını kendine göre geliştirir.
Aynı durum bilim, fen, teknoloji gibi alanlarda da geçerlidir. Bir Müslüman
toplum için fıtratı değiştirici tıbbî çalışmalar söz konusu değilken, bir Yahudi
toplum için bu pekâlâ mümkün olabilir. Demek ki bu bakımdan da her toplum için
aynı olacak bir medeniyet söz konusu değildir.
Medeniyetin “şehirlilik” anlamı bakımından da
toplumdan topluma farklılıklar olacağı açıktır. Zira her toplum, şehirlerini
altyapı bakımından olmasa da, üstyapı bakımından kendi kültür ve yaşama
biçimine göre nasıl rahat edecekse, o şekilde dizayn edecektir.
Buraya kadarki izahatımızdan anlaşılacak olan
şudur:
Her toplumun medeniyeti kendi kimlik ve
kişilik değerlerine göre kurulacağından, bir toplum için medeniyet, o toplumun
kimlik ve kişilik değerlerinden inkişaf ederse medeniyettir. Bunu aksi,
medeniyet bakımından gerilere düşmektir.
“Siyasal sistem medeniyete göre mi kurulacak,
medeniyet siyasal sisteme göre mi kurulacak?” suali çerçevesinde ulaştığımız
nokta itibariyle bir husus kesinleşti artık: Siyasal sistem medeniyete göre
kurulacak.
Ancak bu noktada iş bitmiyor. Bundan sonrası
için aslolan, her toplumun, kendi medeniyetini ancak kendi maddi ve manevi
değerleri üzerine, kendi kültürel özellikleri, kimlik ve kişilik değerlerine
dayanarak kuracağı, kurabileceğidir. Bunu, “bir toplumun medeniyeti, o toplumun
asli kimlik ve kişilik değerlerinden inkişaf eder” cümlesiyle özetlemiştik.
İşte ancak bundan sonra ve bu temel üzerine siyasal sistem kurulabilir; bir
toplumun sevk ve idaresi için kurulan siyasal sistemin vasfını tayin eden,
niteliğini belirleyen temel unsur, ancak o toplumun medeniyetidir.
Buraya kadar “medeniyet” ve “siyasal sistem”
ilişkisine değinildi, bunların “belirleyen”inin ve “belirlenen”inin hangisi
olduğu ifade edildi, “medeniyet”in ne olduğu ve ne olmadığı üzerinde duruldu.
Şimdi, konunun tamamlanmasını sağlayacak bir diğer ciheti üzerinde daha durmak
gerekiyor: Medeniyetin siyasal sisteminin temel nitelikleri nelerdir?
· Medeniyetin siyasal
sistemi, toplum hayatında kişilerin birbirleriyle ve toplumla olan ilişkilerini
düzenleyeceğine göre, birey ve toplum tarafından benimsenen, razı olunan,
kabullenilen, hazmedilebilen bir sistem olmalı. Bunun yolu, toplumsal rızaya
uygun olmasından, toplumsal taleplere göre şekillenmesinden, toplumsal
ihtiyaçları karşılama ve problemlere cevap bulma yeteneğini haiz olmasından
geçer. Sistemin, toplumun genel yararını ve bireyler ile toplumun ortak
iyiliğini sağlayabilecek vasıfları taşıması lazım. Bu da böyle bir sistemin,
toplumsal değerlerle barışık ve daha temelde, toplumsal değerlere dayalı
olmasıyla mümkün olur.
· Medeniyetin
siyasal sistemi, zemini “Temel Hak ve Hürriyetler”, temeli “Adalet” ve gövdesi
“Hukuk” olan bir sistemdir. Bu niteliğiyle medeniyetin siyasal sistemi, insan
fıtratına uygun ve onu gözeten, insanlığın biyolojik, psikolojik, sosyal,
düşünsel, maddi ve manevi taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılamayı temel gaye
edinmiştir. “Adalet”i “Hukuk” ile sağlar, “Hukuk”u “Adalet” üzerine kurar,
“Temel Hak ve Hürriyetler” ise “Adalet” için esas alınması gereken bir ölçü,
“Hukuk” için bünyesinde bulunması gereken bir temel organ mesabesindedir. Hatta
bu üçü birbirinden öylesine ayrılmazdır ki, aralarındaki ilişki tam bir kısır
döngü biçimindedir; ama tabiî ki müsbet biçimde. Adalet ile Temel Hak ve
Özgürlüklere riayet olmadan Hukuk olmaz, Hukuk olmadan da ne Adalet sağlanır,
ne de Temel Hak ve Hürriyetlere riayet edilir. Bir toplum bakımından bu üç
temel hususu bünyesinde barındıran, bunlara dayalı olarak hayat bulan ve
varlığını bunlara dayandıran bir sistem varsa, işte medeniyetin siyasal sistemi
odur.
· Medeniyetin siyasal sistemi, kesinlikle belli bir
zümrenin ya da bazı kişilerin değer yargılarına dayalı değil, bilâkis bunlardan
bağımsız esaslar üzerine kurulmuştur; insan kafasının mahsulü hiçbir
ideolojiden vasfına hiçbir şey katmamıştır. Böyle bir sisteme “fıtrat sistemi”
de denebilir. Zira yukarıda ifade ettiğimiz temel fonksiyonlarını icra
edebilmesi için de ideoloji mahsulü olmaması, belli kişi ya da zümrelerin değer
yargılarından kaynaklanmıyor olması lazımdır.
· Medeniyetin siyasal sistemi, ana toplumsal yapı ve dokuyu
koruyan ve geliştiren; ama bununla birlikte toplumsal yapı içindeki farklı
sosyal kümelerin özel kimlik ve kültür öğelerini, kendini ifade biçim ve
ilkelerini de sürdürmelerine imkân tanıyıp yol açan bir sistemdir. Siyasal
sistemi belirleyen irade tekil değil çoğuldur, “idare”nin karar alma sürecine
çeşitli toplum katmanlarının iştirakı ya da bu sürece etki etmesi, biçim ve yön
vermesi mümkündür. Bütün bir toplumun ortak iyiliği ve iştirakı esas olduğuna
göre, böyle bir sistemin bütün bir toplumun ve toplumun hücreleri olan
bireylerin kimlik ve kişilik değerlerine, hepsi için geçerli olan “fıtrat”a
uygun olması gerekliliği açık ve net olarak ortadadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: İnsanlığın
medeniyetini kuran kaynak, insanı Yaratan’ın ölçülerinin yer aldığı kaynaktır
ve insanlığın medeniyetinin siyasal sistemi, hükümleri ve hudutları bu ANA
KAYNAK tarafından belirlenen sistem olmalıdır.
2- Devlete
Ruh Veren Unsur: Ana Kaynak
Devlet, sadece tüzel kişilik olarak da
kurulabilir ve ayakta durabilir, belli bir “sistem”i yürütebilir, “kurumsal
organizasyon”u sürdürebilir; ancak böyle bir devlet sadece bu haliyle
“toplumsal taban”a dayanıyor olamaz, hatta tabansızdır. Zira sadece kurumsal
organizasyon ve devlete tüzel kişilik vermeye yetecek kadar bir sistem ile
kurulan devlet, varlığını ve gücünü kurumlarından, elindeki “güç kaynakları ve
unsurları”ndan, sistemden alır; bu münasebetle onun toplumsal taban ile hiçbir
bağı yoktur.
Böyle bir devlet, “topluma sahip olan,
toplumu mal edinen devlet”tir ve bununla “toplumun devleti” arasında temelde ve
özde farklılıklar vardır. Burada da konu itibariyle bu temel husus ele
alınacak; ama daha da “öz”e inilerek, devlete ruh veren “ana kaynak”ın ne
olması gerektiğine işaret edilecek. Yani “toplumun devleti”nde ve sadece güç ve
kurumsal organizasyona dayalı tabansız “devlet tüzel kişiliği”nde devletin
dayandığı ana kaynağın ne olduğunu inceleyecek ve bununla ilintili olarak
“ideoloji” ile “inanç/düşünce” kavramlarının “ana kaynak”la alâkasına temas
edeceğiz.
“Devlet”in yaşayabilmesi için gerekli olan
ruh, dayandığı “ana kaynak”tır. Her devlet, esas itibariyle kendine ruh ve
beden veren “ana kaynak”a dayalı olduğu sürece yaşar, ondan uzaklaştığı sürece
varlığı tehlikeye girer, “ana kaynak”ını inkâr ettiği andan itibaren de
yıkılır, gider.
Bu değişmez bir sabitedir; ancak burada
dikkat edilmesi gereken husus, “ana kaynak”ın niteliğinin ne olduğudur. Zira ana
kaynağın türüne göre, devletin hem niteliği değişecek, hem de ana kaynak ile
devlet arasındaki ilişkinin mahiyeti farklılaşacaktır.
Bu kapsamda diyebiliriz ki, eğer devlet
“toplumun devleti” ise, ana kaynak “toplumun kimlik ve kişilik değerlerini
teşkil eden ve besleyen kaynak”tır; ki bunu “inanç/düşünce-kültür/ gelenek”
kavramıyla belirtebiliriz. Yok, eğer devlet toplumun devleti değil de topluma
sahip olan, toplumu mal edinen devlet ise, o devletin ana kaynağı
“ideoloji”sidir. Birinci tür devleti “İnanç Devleti”, ikinci tür devleti de
“İdeoloji Devleti” diye adlandırmak, kanaatimce doğru olacaktır.
Toplumun devletinde ana kaynak kendi kendini
korur ve toplum tarafından tatbik edilir, toplumda yaşatılır; devlet, varlığını
toplumun yaşattığı ana kaynağa endeksler. Topluma sahip olan devlette ise ana
kaynak devlet tarafından yaşatılır, çünkü devletin yaşaması her hâlükârda ana
kaynağın yaşamasına bağlıdır; bu nedenle toplum tarafından benimsenmeyen ana
kaynak, devlet tarafından zorla topluma benimsetilmeye çalışılır ve devlet, hem
kendini, hem de ana kaynağı topluma karşı korumanın telâşı içindedir. Her iki
durumda da devlet, varlığını sürdürmek için kendi adına tayin ettiği “ana
kaynak”a sadık kalmak durumundadır; çünkü yaşaması için “ana kaynak”ı yaşatmak
zorundadır.
Buraya kadarki izahattan sonra geldiğimiz
nokta şudur: Esas itibariyle iki tür devlet vardır; İnanç Devleti ve İdeoloji
Devleti. İnanç Devleti, topluma dayalı olması hasebiyle işleyiş açısından
toplumun devletidir ve toplum ile kaynaşmıştır. İdeoloji Devleti ise topluma
dayalı olmadığından, toplumu mal edinmeye, topluma sahip olmaya, topluma şekil
ve yön vermeye çalışan tabansız bir tüzel kişilikten ibarettir.
İnanç Devletine ruh veren ana kaynak, adı
üstünde,“inanç” ve “hakka dayalı düşünce”dir. İdeoloji Devletine ruh veren ana
kaynak ise, inanç ve düşünceyi mahkûm etme esasına dayalı olma özelliği
öncelikli olan “ideoloji”dir.
Devletler, varlıklarını sürdürmek için ana
kaynaklarını yaşatmaya, bunun için de ana kaynaklarına sadakat göstermeye
mecburdurlar.
Artık “Devlet”e ruh veren “Ana Kaynak”ın
niteliği ve önemi hakkında, yukarıda sözünü ettiğimiz üzere “öz”e ilişkin
hususlara temas edebiliriz. Bu kapsamda ilk olarak “Ana Kaynak”ın mahiyetine ve
önemine değinilecek, ardından da iki farklı “Ana Kaynak” kategorisinin devlet
ve toplum üzerindeki belirleyiciliğine ya da devlet ve toplum tarafından
belirlenmesine işaret edilecektir.
“Ana Kaynak”, alışılagelen hukukî terim
olarak “anayasa” değildir. Devlet tüzel kişiliğinin işleyişine ve bu tüzel
kişilik ile toplum ve birey arasındaki münasebetlerin dayandığı esaslara
ilişkin çerçeveyi gösteren anayasa da aslında bir “Ana Kaynak”a dayanır. Bu
münasebetle diyebiliriz ki, ana kaynak, devlet ölçeğinde devletin dayandığı
kurumsal ve hukuksal yapının olmazsa olmaz niteliklerini, başlıca esaslarını,
devletin idarî, siyasi, sosyal ve hukukî sisteminin dayanacağı temel ilkeleri,
devlet tüzel kişiliğinin nasıl ve ne şekilde bir varlık olması gerektiğini
belirler; toplum ölçeğinde ise önce toplumun teşekkül tarzını ve teşekküle esas
alınan temel ilkeleri, toplumun maddi ve manevi bütün yönlerini, toplumsal ve
bireysel davranış türlerinden hâl ve gidişe, düşünce ve inanç esaslarından
yaşama ve davranış biçimlerine, bireysel yaşantının bütün hususiyetlerinden
birey-toplum ve birey/toplum-devlet münasebetlerine kadar bütün hususları tayin
eder ve biçimlendirir. Demek ki Ana Kaynak, hem toplumsal bünyeyi, hem de
unsurlarıyla bir bütün olarak devlet tüzel kişiliğinin oluşumunu sağlamaktadır.
Bundan ötürüdür ki, Ana Kaynak olmadan ne bir devlet tüzel kişiliği tesis
edilebilir, ne de bireysel varlıkları bir toplum bünyesinde organize etmek
mümkün olur.
İki ana kategoride “ana kaynak” olduğunu
ifade etmiştim. Bunlardan “ideoloji”, esas itibariyle “Monarşik Devletler”in
ana kaynağını teşkil eder. Bu fonksiyonu itibariyle insan aklına dayalı
tasavvurlar, ideolojinin çıkış ve biçimleniş yeri olmaktadır. Bir cemiyete, bir
sosyal gruba ve daha da gelişerek bir devlete biçim vermeye yönelik olarak
geliştirilen ideoloji, siyasi, sosyal, iktisadî ve hukukî mahiyetteki bir
doktrin olarak, toplumsal ve bireysel değerlerden müstağni ve onları hiçe
sayan, yeni bir birey, yeni bir toplum üretmeye çalışan, bunun için de devlet
tüzel kişiliğini görevlendiren bir sistem olması münasebetiyle, hedeflerine ulaşmak
için hak ve hukuku çiğnemek, birey ve toplumu monarşik bir yapı içinde despotça
idare etmek gibi bir netice oluşturur.
İkinci kategori “Ana Kaynak” ise
“inanç/düşünce”dir ki bunun kaynaklık ettiği devletler, tam anlamıyla “Hukuk
Devleti”dirler. Çünkü devletin vazifesi topluma hizmet etmektir ve bunun için
de toplumsal kimlik ve kişilik değerlerine dayanmak, toplumun hak ve
özgürlüklerini korumak ve yürütmek durumundadır. Bu, hukuk devleti ile mümkün
olur; hukuk devleti de ancak toplumun devleti olarak örgütlenen bir devlet
tüzel kişiliği için söz konusudur.
Görüldüğü üzere, iki kategori ana kaynak
arasındaki fark, birinin toplumsal değerlere karşı çıkan bir kişinin ya da bir
ekolün özel fikir ve tasavvurlarından müteşekkil olması, diğerinin ise bütün
bir toplumu esas alarak toplumsal değerlere dayalı olmasıdır ki toplumsal
değerleri belirleyen baş unsurun “inanç” olduğunda kuşku yoktur.
Burada “inanç” ile birlikte “düşünce”yi de
zikretmemin sebebi, “inanca dayalı bir düşünce”nin gelişiminin ve sistemi
belirlemesinin önemine vurgu yapmaktır; bunu da ayrıca belirtmeliyim.
Esas itibariyle, “inanç/düşünce” olan ana
kaynak, toplum ve devlet üzerinde belirleyici ve düzenleyici bir role sahiptir;
ana kaynağın “ideoloji” olması durumunda ise aslolan, bunun toplum ve devlet
tarafından belirlenmesidir. Yani şunu söylemek istiyorum: İnanç ve inanca
dayalı düşünce, “hakim unsur” olarak devlete ve topluma biçim verir, devlet ve
toplum tesis aşamasında buna göre kurgulanır, daha sonra aynı çerçevede
geliştirilebilir. Devlet de, toplum da “inanç”a ve “inanca dayalı düşünce”ye
müdahale edemez, onu biçimlendiremez. Biçimlendirmeye kalkıştığında, “ana
kaynak”tan uzaklaşmaya da başlamış ve onu ideolojileştirmiş olur ki bu durumda
yeni bir ana kaynağa yönelme söz konusudur.
İdeoloji de devlet ve topluma biçim vermeye
yeltenir; ancak ideoloji önce gerek birey, gerek sosyal küme ve gerekse devlet
tüzel kişiliği tarafından belirlenir, daha sonra buna uygun bir toplum tesis
edilmesine ya da devlet kurulmasına yönelinir. İdeoloji ana kaynak olduğundan
itibaren devlete ve topluma biçim vermeye başlasa da, devlet tarafından revize
edilmeye açıktır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; tercih edilmesi
gereken “Ana Kaynak”, “İnanç Devleti”ni teşkil etmeyi sağlayacak olan
“inanç/düşünce”dir. Yani “Devlet” de, “Toplum” da “inanç/düşünce” üzerine tesis
edilmelidir.
3- “Devlet
Tüzel Kişiliği”nin İşlevi
“Devlet” dendiğinde genellikle “devlet tüzel
kişiliği” anlaşılır; daha genel anlamıyla, kurucu unsurları ile kurumsal ve
hukuksal yapısı da göz önüne alınarak “Devlet”, düşüncelerde şekillenmez. Bunun
tek sebebi, evvelâ “Devlet”in ne olduğu hakkında toplum sağlıklı, yeterli ve
doğru bilgi sahibi değildir; ayrıca devlet tüzel kişiliği öylesine hükümran
olmuştur ki, asıl anlamıyla “Devlet”in yerini almış, belleklere öyle
yerleşmiştir.
Sorun şu: “Devlet tüzel kişiliği”nin
işlevleri nelerdir?
Genel anlamıyla ve ana başlıklar halinde bu
hususu da ele alalım ki ardından “Devlet Nedir?” ana sualine nihai cevabı
verebilelim. Yukarıda değindiğim “medeniyetin siyasal sistemi”nin ne olduğuna
dair nihai kanaatimizi, bu silsileyi de dikkate alarak yeniden gözden
geçirmekte fayda olduğunu da hatırlatmalıyım.
“Devlet tüzel kişiliği”, aslında “devletli
hayat”ın kurucu unsurlarından değildir. Yani “insan/toplum” gibi, “toprak/ülke-vatan”
gibi, “hukuk” gibi unsurlarla birlikte, “devlet tüzel kişiliği” gibi bir unsur
da var olacak ve bunların hepsi bir araya gelerek “devlet”i oluşturacak;
böylece “devletli hayat” teşekkül etmiş olacak. İşte böyle bir şey yoktur;
“devlet tüzel kişiliği”, “devlet”in oluşumu esnasında var olan ve kurulmada rol
oynayan bir unsur değildir. Devlet tüzel kişiliği, devletin kurucu unsurlarının
sonradan teşkil ettikleri, “devletli hayat”ın sürdürülmesi için elzem olan
kurumsal ve hukuksal bir yapılanmadan ibarettir.
Bu münasebetle “devlet” denince akla gelecek
olanların en sonuncusu, “devlet tüzel kişiliği” olmalıdır; zira taşıdığı
fonksiyon itibariyle her an ta’dil ve iptal edilebilir, yenisi kurulabilir,
geliştirilebilir ve değiştirilebilir, işlevleri genişletilebilir ya da
daraltılabilir, niteliklerine ilaveler ya da çıkarmalar yapılabilir. Bunu
yapacak olan da “baş kurucu unsur” olan “toplum”dur; toplumun kimlik ve kişilik
değerlerinin zamana ve zemine, şartlara ve ihtiyaçlara göre var olan ve başat
hale gelen hükümleri ve temel esasları, bunda başrolü oynar.
Demek ki, “devlet tüzel kişiliği”,
sanıldığının aksine hiç de abartılacak bir önemi haiz değildir. Çünkü bütün
varlık sebebi, kurucu unsurlarının kendisi için tayin ve takdir ettiği
işlevleri yerine getirmekten ibarettir. O halde, işlevlerini eda ettiği
müddetçe varlığını sürdürür, bunda yetersiz kaldığı durumlarda da yeniden
dizayn edilebilir, yeni bir “biçim”e göre şekillendirilebilir, yeni bir
“sistem”le donatılabilir. Bunu tayin ve takdir edecek olan toplumdur; toplum
bunu, kimlik-kişilik değerleriyle takdir ve tayin eder.
Şimdi geldiğimiz bu noktada, “o halde devlet
tüzel kişiliğinin işlevleri nelerdir?” diye sorulacaktır elbet. İşte bu
meselenin püf noktası tam da burasıdır. Zira bu sualin cevabı, aynı zamanda
“devlet tüzel kişiliği”nin haddini aşıp aşmadığının da ölçeğini teşkil edecek,
“devletli hayat”ın getirdiği bu kurumsal ve hukuksal yapının varlık sebebini ve
meşruiyetini ya da meşruiyetten saptığını açıklığa kavuşturacaktır. O nedenle
bu sualin aynı zamanda “devletli hayata neden gerek duyuldu?” sualiyle birlikte
ele alınması ve neticeye böylece ulaşılması lazımdır.
“Devlet Tüzel Kişiliği”nin temel işlevi,
toplum haline gelmiş insanların bireysel ve toplumsal hayatlarını uyum içinde sürdürebilmeleri
için lazım olan işlerin adalete uygun biçimde yürütülmesini temin etmektir.
Tabiî bunu devlet tüzel kişiliği adına, yine
toplum tarafından seçilmiş idareciler yapacaktır; ama bütün bu işler devlet
çatısı altında ve devlet tüzel kişiliğinin kurumsal ve hukuksal yapısı içinde
yapılacağından, “bunu devlet tüzel kişiliği yapacaktır” demekte bir beis
görmüyorum.
Devlet tüzel kişiliğinin başlıca işlevi
budur. Ancak devlet tüzel kişiliği bu işlevini yürütebilmek için, baş kurucu
unsuru olan “toplum”a ve toplumun kimlik ve kişilik değerlerinden teşekkül
etmiş olan “hukuk”a dayanacaktır. Genel ifade içinde verdiğimiz bu işlevi
detaylandırabiliriz elbette.
Devlet tüzel kişiliği, bütün faaliyetlerini
“Toplumun Temel Yasası”na dayalı olarak yürütür. Toplumun temel yasası,
toplumun kimlik ve kişilik değerlerini belirleyen “Ana Kaynak”a dayalıdır ve
yine toplumsal değerler tarafından yeri geldiğinde güncellenecektir. İşte bu
“Toplumun Temel Yasası”na dayalı olan devlet tüzel kişiliğine ödev olarak
yüklenen ve temelde varlık sebebini teşkil eden işlevlerin başlıcalarına şu
örnekleri verebiliriz:
Devlet Tüzel Kişiliği;
· “Adalet”i sağlar,
“hukuk”u yaşatır ve uygular.
· Belirlenmiş “temel
hak ve ödevler”in hayatiyetini ve sürekliliğini temin eder.
· Toplum hayatının
sürdürülmesi için gerekli olan “sosyal düzen”i korur; bunun için pek çok
gereklilik yanında, bireysel davranışların da uyulması zorunlu birtakım
kurallara göre gelişmesini sağlar.
· Çatışmaları adalet
ve hukuk çerçevesinde, “barışçı yollar”la çözüme kavuşturur.
· Topluma ait olan
maddi ve manevi, aslî ve hükmî bütün “kaynaklar”ı verimli ve doğru alanlarda
kullanır.
· Toplumun ve
bireylerin “iktisadî ihtiyaçlar”ının karşılanmasını, toplumsal gelirin adil
biçimde ve ihtiyaca göre “paylaşılma”sını temin edecek mekanizmaları kurar,
geliştirir ve korur, işlevini sürdürmesini temin eder.
· Bireyin ve
toplumsal bütünlüğün içte ve dışta “huzur ve sükûn”unu, “güvenlik”ini
sağlayacak tedbirleri yürütür.
· Bireyin ve
toplumsal bütünlüğün “sosyal ve kültürel varlık”larını korur, bu sahalarda yeni
üretimlerin önünü açar, mevcutları muhafaza eder ve gelişmesini sağlayacak
yolların kapanmamasını sağlar.
· “Siyasal
faaliyetler”in insanî ihtiyaçlara ve toplum gereklerine uygun biçimde
sürdürülmesine ve geliştirilmesine imkân verecek tedbirleri alır.
· Bireylerin ve
toplumun yararlanacağı ve ihtiyacı olan “eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim” ve
bunlar gibi akla gelebilecek bütün “hizmetleri organize ve temin” eder,
gereklerine uygun biçimde sürdürülmesini sağlar.
· “Devletli Hayat”ın
sürdürülmesi ve unsurlarının korunması için gerekli plânlamaları önceden yapar,
tedbirleri alır, altyapı ve destek öğelerini hazırlar.
Devlet tüzel kişiliği, kurumsal ve hukuksal
bir yapı olarak varlığını devletli hayatın kurucu unsurlarının ve özellikle de
bireyin/toplumun önüne geçirmez, üstüne çıkarmaz. Başta ifade edildiği gibi,
bütün bu faaliyetlerini “Toplumun Temel Yasası”na dayalı olarak yürütür.
Devlet tüzel kişiliğinin işlevleri bu
kadarıyla sınırlı değildir elbette. Bunlar kısıtlanabilir ya da genişletilebilir;
detaylandırılabilir.
Burada genel ifadelerle toparlamaya çalışılan
işlevlerin niteliğinden anlaşılacağı kadarıyla, işlevlerine uymayan devlet
tüzel kişiliğinin ta’dil edilmesi ve topluma hizmet etme fonksiyonunu
takınmasının sağlanması lazımdır.
Hatta diyebiliriz ki, toplumun en büyük ve
başta gelen hakkı, kendine uymayan devlet tüzel kişiliğini yeniden
biçimlendirmektir.
4- İnanç
Devleti
“Ana Kaynak”a dayalı ve “medeniyetin siyasal
sistemi”ne uygun olarak kurulacak “köklü devlet”, “İnanç Devleti”dir. Zira “bir
toplum için hukuk devleti, o toplumun inanç devletidir.”
İşte, devlet mefhumuyla ilgili ele alınabilecek
hususların özü, ana fikri bu cümlede özetlenebilir. “Hukuk Devletinin genel
nitelikleri”nin gerçekleşebilmesi de bu şarta, yani devletin, toplumun
inançlarına göre şekillenmesi şartına bağlıdır; bunun da öncelikle bilinmesinde
fayda vardır.
“İnanç Devleti”nden kasıt, ideoloji haline
getirilmemiş ve zaten ideoloji haline getirilmeye müsait olmayan, toplum
tarafından benimsenmiş bir inanca göre şekillenmiş/yapılanmış devlettir.
Burada şu veya bu inanç değil, salt “inanç”
olgusunu ele alıyoruz. Yani hangi toplumu ele alırsak alalım, o toplumu idare
edecek devlet yönetiminin, o yönetimin kurumsal ve hukuksal yapısının tesbit ve
tesisinde temel dayanak, söz konusu toplumun inançları olmalı. Eğer toplumun
inançlarına uygun bir devlet yönetimi tesis edilmemişse ya da devlet bir
ideolojinin veya ideolojileştirilmiş, ancak toplumun bünyesine uygun olmayan
bir inanca dayalı olarak teşkilatlandırılmışsa, o toplum için “hukuk devleti”
değil, “zulüm devleti” var demektir.
İnanç Devleti, halkıyla bütünleşmiş,
toplumuyla uyum içinde, rejim-halk uyuşmazlığının olmadığı bir devlettir. O
halde eğer bir devlet hukuk devleti değilse, yani buradaki özel tanımlamamıza
göre “inanç devleti” değilse, o devlet mutlaka “monarşi devleti”dir. Çünkü
monarşi devleti, “rejim-halk uyuşmazlığı”nın tipik bir biçimidir. Bu devlet
biçiminde Monarşi türlerinin biri, bugünkü dünya şartlarında da büyük ihtimalle
“ideoloji monarşizmi” demek olan “Demokratik Monarşizm”, devletin türü ve
niteliği olmuştur. İşte böyle bir devlette tam bir “rejim-halk uyuşmazlığı”
vardır.
Rejim-halk uyuşmazlığının özü ve esası,
toplum tarafından sevilmemiş, beğenilmemiş, benimsenmemiş bir ideolojinin,
toplumun inançlarını bir kenara iterek devlet gücüne sahip olmasıyla ortaya
çıkan “toplumu olmayan bir devlet ile devleti olmayan bir toplum
beraberliği”dir.
Rejim-halk uyuşmazlığının olduğu devletlerde
toplum, devleti bir yük olarak, angarya olarak, aşılması, ezilmesi gerekli bir
engel olarak görür. Devlet ise toplumu potansiyel suçlu olarak görmektedir.
Çünkü toplum tarafından benimsenmemiş ve hatta tahammül edilmek de istenmeyen
devlet, militarist bir yaklaşımla, zulme dayalı bir hukuk sistemiyle toplumu
baskı altında tutar, kafeste yaşatmak ister, toplumun sırtından geçinen belli
bir zümrenin infazcısı fonksiyonunu haizdir. Bu durumda, toplum ve devlet
sürekli uyuşmazlık ve çatışma içindedir; ancak iktidar gücü monarşi devletini
elinde tutanlarda olduğundan, örgütlenmiş azınlık, örgütlenmemiş toplumu
yönetir.
İnanç devleti olmayan bir devlet, zulümle,
vahşetle ayakta durur. Toplumun inancını ve pratiğini değiştirmek, kendi
ideolojisini benimsemiş bir toplum oluşturmak için yapmadığı zulüm yoktur.
Kanun zoruyla inanç ve pratikleri iptal etmeye kalkışır; bunun yerine yine
kanun zoruyla topluma yeni bir inancı benimsetmeye, yeni bir toplumsal pratik
geliştirmeye çalışır. Ancak, özellikle inançlar hususunda “toplumsal
muhafazakârlık”, sosyolojik bir vakıadır. Yani, toplum pratiklerini
değiştirebilir, çünkü yapması gerekenler engellenmiş, kaçınması gerekenler de
zorla yaptırılmıştır; ancak bir süre sonra, pratiği değişen toplum, inancını da
yeni pratiğine uydurmaya başlayacaktır. Yani inandığı gibi yaşayamayınca,
yaşadığı gibi inanmaya başlayacaktır.
İşte, monarşi devletinin, özellikle de
ideoloji monarklığı demek olan “Demokratik Monarşizm”in amacı da zaten budur:
Toplumun inancını, pratiğini değiştirerek değiştirmek... Böylece, rejim-halk
uyumlaşmasının sağlanmasına çalışılır. Yani toplumdan uzak, toplumu olmayan,
toplumla uyuşmazlık ve çatışma içinde, tabansız olarak kurulmuş olan bir
devlet, kendine uygun, kendini benimseyen bir toplum oluşturmaya çalışmaktadır.
Ne var ki, toplumsal değişim öyle pek de
kolay olmamaktadır. İnançlar konusunda bu hiç kolay olmamaktadır. Ancak uzun
yıllar sürdürülen sistemli ve plânlı bir inanç tahrifatı ve pratik
değişikliğinin etkisinin görülmemesi de mümkün değildir. Yani öyle bir noktaya
gelinir ki, melez, kişiliksiz, duygusuz, duyarsız, ilkesiz bir toplum
oluşturulur. Çünkü gerçekleştirilen inanç tahrifatı ve pratik değişikliği ile
toplum önceki inançlarından uzaklaştırılmıştır. Ancak ideoloji monarşizminin
dayattığı inanç ve pratik de tam olarak benimsenmemiş olduğundan, ne önceki
inancına, ne de sonraki dayatılan inanca tam olarak uyan, biraz ondan biraz da
bundan alınma, karma bir inanca ve pratiğe, yozlaştırılmış değerlere sahip,
kimliksiz ve kişiliksiz bir toplum oluşturulur. Sonuç itibariyle, halkın
inançlarına aykırı olarak kurulan rejim, kendine uygun bir toplum
oluşturamamıştır; ancak toplumun inançlarını da tahrif etmiştir.
İşte, inanç devleti olmayan devletlerdeki toplumsal,
siyasi, kültürel, hukukî, idarî ve iktisadî sorunların temel kaynağı burada
yatmaktadır: Rejim-halk uyuşmazlığında... Bütün bu sorunların tek bir çözümü
vardır; o da “rejim-toplum uyumlaşması”nın gerçekleştirilebilmesidir.
Rejim-toplum uyumlaştırılmasının
gerçekleştirilmesi, devletin, toplumun inançlarına uygun olarak yapılanması ile
mümkün olabilir. Yani, madem ki rejime uygun bir halk yetiştirilememiştir, o
halde toplumun hakiki inançlarına ve inançlarının hakikatine uygun bir kurumsal
ve hukuksal düzen tesis edilmeli ki böylece rejim-halk uyuşmazlığı giderilsin.
Rejim-halk uyuşmazlığı üzerinde, inanç devletinin temel niteliği olan
“toplum-devlet barışıklığı”nın önemini vurgulamak için duruyoruz.
İnanç devleti, adı ve özellikleri ne olursa
osun, bir toplum hangi inanca sahipse, o toplumun devletinin de kurumsal ve
hukuksal olarak o inancın gereklerine uygun olarak şekillenmesi ile oluşur.
Eğer toplumun inancına uygun bir devlet kurulursa, devlet toplum tarafından
benimsenir ve bu ikisi barış içinde bir arada yaşarlar. Bu, “sorunsuz bir
hayat”tır.
Aslında bu tip devlette de pek çok sorun
vardır; lakin sorunlar “sorun” edinilmez; yani devleti inancı gereği benimseyen
ve sahiplenen toplum, sorunları da kabullenir ve inançla, kararlılıkla,
gönülden gelen gayret ve fedakârlıkla sorunların çözümü için toplumsal tedaviye
kalkışılır. Tedavi de mümkündür, çünkü sorunlar sistemin esasında değildir.
İnanç devleti olmayan devletlerde aslolan,
“zor iktidarı”dır. İnanç devletinde ise “sevgi iktidarı” esastır. İnanılan,
benimsenen, bünyeye uygun olan şey sevilir; sevilen otoritenin kusurları da
görülmez ve o kusurlar bile sevgiyle karşılanır. Ancak, inanılmayan, inanca
aykırı olan, benimsenmeyen, bünyeye uygun olmayan şey sevilmez. Sevilmeyen bir
ideoloji devlet olursa, rejim olursa, bu devlet de toplum tarafından
benimsenmeyeceğinden, iktidar sevgi üzerine değil, zor üzerine kurulur; zulme
ve vahşete varan tatbikat olağan hale gelir.
Bütün buraya kadar ifade edilenlerden
hareketle görülür ki, “İnanç Devleti” olmayan bir devlet kesinlikle “hukuk
devleti” olmaz. Çünkü devlet “İnanç Devleti” değilse, hukukun gereklerine
riayet edemez. Etmek istese de edemez. Çünkü rejim-halk ya da toplum-devlet
kavgası kaçınılmaz olduğunda, zor iktidarına dayalı ideoloji devleti, topluma
karşı kendini hukuka bağlı saymayacaktır. Tekrarlarsak, bir toplum için hukuk
devleti, o toplumun inanç devletidir. İnanç devletinin temel niteliklerini ise
şöyle saymamız mümkündür:
· Devletin hukuksal
ve kurumsal yapısı toplumun inançlarına, kimlik ve kişilik değerlerini
oluşturan esaslara ve Ana Kaynak’a uygun olarak tespit ve tesis edilmiştir.
· Zor iktidarı
değil, sevgi iktidarı esastır.
· Toplum-devlet
uyumlaşması, rejim-toplum kabullenmesi gerçekleşmiştir.
· Toplumun inancına
ve pratiğine yönelik reformist ve dayatmacı tahrifler, değiştirmeler,
saldırılar yoktur; bilâkis inanç yüceltilir, pratik tatbik ve teşvik edilir.
· İnanç,
ideolojileştirilmemiştir.
· Hukukun ve hukuk
devletinin temel niteliklerini bünyesinde barındırır.
İşte, inanç devletinin temel özellikleri, çok
genel ifadelerle özetlersek, bunlardır. Ancak burada bir şeye tekrar dikkat
çekmek istiyorum; o da “inancın ideolojileştirilmesi”dir. Yani bir inanç
ideolojileştirilirse, o inanca dayalı devletler de “İnanç Devleti”
kategorisinden çıkar, ideoloji devletinin ilginç ve değişik bir versiyonu
haline gelir.
Yine denebilir ki, “İnanç Devleti”, devletli
hayatta “irade”nin gerçek mercîine, devlet tüzel kişiliğinde ise “idare”nin
doğru ve meşru biçimine dayanan devlettir.
Bu kapsamda geleceğimiz nokta şu:
İdeolojileştirilmemiş tek inanç “İslam” olduğundan, “ideal devlet” tipi olarak
“İslam Devleti”ni esas almak ve buna ilişkin ne gerekiyorsa yapmak lazımdır.
Giriş
Tarihi: 28.08.2016 (2609)
|