24.12.2016
 Allahu Teala,
müslümanların hayat programı olan Kur’an-ı Kerim’de, müteaddit kere “aklediniz”
buyuruyor. Kur’an’da toplam 49 yerde, hem de tümü fiil şeklinde “akıl”
kelimesinin türevleri geçiyor. Bunun dışında pek çok yerde “akıl yürütmek”,
“akıl sahipleri”, “selim akıl sahipleri”, “şuur (farkında olmak, hissetmek)”,
“fıkh, anlamak”, “tezekkür, düşünmek (ibret almak, öğüt kabul etmek)”, “tefekkür,
düşünmek, kafa yormak” anlarını ihtiva eden ayetler yer alıyor. Pek çok ayette
ise “kâfirlerin düşünüp ibret alarak Allah’ın varlığını anlamaları” beyan
buyuruluyor.
Kur’an’ın bunca
emrine rağmen müslümanlar olarak akletmiyoruz maalesef. Çünkü eğer akletseydik,
bugün ahvalimiz çok daha başka olurdu.
Eğer akletseydik,
adalet, “mülk”ün, yani “güç” ve “iktidar”ın temelini teşkil ederdi. Devlet
adaletli bir devlet, toplum adaletli bir toplum, bireyler adaletli birey, hukuk
adalet üzere kurulu hukuk olurdu. Devlet işlerinin yürütülmesinde, hukukun
işlemesinde, bireysel ve toplumsal münasebetlerde hiç kimsenin “adalet” üzere
olunduğundan kuşkusu kalmazdı. Adalet, “adamına göre biçim alan bir mekanizma”
olarak kullanılamazdı. “Hakkı sahibine iade” eden, “haklı olanın güçlü olduğu”
bir gerçeklik egemen olur; “güçlü olanın haklı sayıldığı bir süreç”e dair
kanaatler yaygınlık kazanmazdı. Haklı ile haksız, suçlu ile suçlu ile suçsuz,
zalim ile mazlum, doğru ile yanlış vs. bihakkın birbirinden ayrılırdı. Cezalar
ve mükâfaatlar adalet terazisinde tartılarak verilirdi.
Eğer akletseydik,
tarihi hatalarımızdan ders alırdık ve aynı hataları yeniden yaşamaz, an be an
tekrarlamazdık. Tarihte toplum olarak bizi huzursuz eden,
birliğimizi-dirliğimizi bozan, kardeşliğimize zarar veren, toplumsal düzenimizi
târumar eden, siyasal istikrarımızı yerle bir eden her ne varsa, onlardan
gereken dersleri çıkarırdık. Devlet olarak yaptığımız hataları tesbit edip
kaçınır, doğruları muhkemleştirip daha ileri götürür, zaaf noktalarını tamir
eder, topluma hizmet için daha ileri bir noktaya ulaşırdık. Birey olarak sosyal
dokunun ayrılmaz ve lüzumlu bir parçası haline gelir, kişisel varlığımızı inkâr
etmeden sosyal varlığın yapıcı ve vazgeçilmez bir unsuru olarak kemâle ererdik.
Tarihten ders çıkarsaydı, aramızda yeni Kerbelalar üretmez, yeni Sıffînler
oluşturmaz, paramparça olarak güçlerimizi zayıflatmaz, birlik-beraberlik içinde
olarak dünyaya adalet nizamını egemen kılardık. Aramızdaki sorunları sulh ve
selametle çözer, sorunlar karşısında sükûnetimizi bozmaz, birbirimize
düşmezdik. Torihten ders alsaydık, yeni kırılma noktaları oluşturmaz, bilâkis
kırılma noktalarını tamir eder ve yolumuza devam ederdik. Tarihten ders
alsaydık, bugünümüz mutlu, yarınımız umutlu, geleceğimiz aydınlık ve parlak
olurdu.
Eğer cemaatlerimiz
akletselerdi, bu toplumu böyle bölük bölük bölmezlerdi. Müslüman toplumlar
arasında Kur’an’ın “mü’minler ancak kardeştir” hükmü hakim olurdu.
Rasulullah’ın, “mü’minler bir vücudun organları gibidir” tesbiti geçerli
kılınır, birimize gelecek zararı hep birlikte savuşturur, birimizen mutluluğu
hepimizi mutlu ederdi. Rabbimizin, “toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp
ayrılmasın” emr-i ilahisi bize yol gösterir, metodolojik kavgaları bir kenara
bırakarak stratejik birliktelikleri güçlendirirdik. İşlerimizi ortak,
gidişlerimizi koordineli yapardık. Tefrikaya son verip vahdeti sağlardık. Tefrikanın,
evvela müslümanın “beş temel emniyet”ini; “can, mal, nesil, akıl ve din
emniyetleri”ni tehdit ve tahrip ettiğini hatırdan çıkarmazdık. İhtilaf ahlâkına
sahip olur, ihtilaflı meselelerde müslüman kardeşlirumuzi mazur görür, onlarla
arasımızı soğutacak bir algılama içine girmezdik. Müslümanlar arasındaki vahdetin
sû-i zan ile değil, hüsn-ü zan ile tesis ve idame ettirilebileceğinin idrakinde
olurduk. Kardeşlerimizle birlikte olmanın rahmet, onlardan ayrı düşmenin ise
azap olduğunu unutmazdık. Kardeşimizle aramıza nifak sokacak, kardeşler olarak
bizleri birbirinden ayırmaya sebep olacak hiçbir hal ve kal’de bulunmaz ve buna
yol açacak hiçbir şeye, hiçbir zaman müsaade etmezdik. Grupçuluk, fırkacılık
yapmazdık. Hiçbir grup ya da şahsı açıktan açığa ve rencide edici tarzda
eleştirmez, hedef almazdık. Kardeşinin yanlışlarını eleştirmek yerine
doğrularını destekler, doğrularda birlik ve birlikteliği esas alır ve kardeşimizi
yanlışları hususunda incitmeden, başbaşa olduğumuz bir zamanda ve mümkün olduğu
kadar ona hissettirmeden nasihat edip aydınlatır, hatalarından uzaklaşmasını ve
yanlışlarını tashih etmesini sağlamaya çalışırdık. Bir kardeşinin ya da
kardeşlerinden müteşekkil bir topluluğun hatasını gördüğümüzde, onların ismini
anmadan, genel ifadeler kullanarak, “kardeşliğe zarar veren hususlar” adı
altında gündeme getirir, “nasihat” usûlü ile izale etmeye çalışırdık. Doğruları
ve güzellikleri, gerekirse şahıs ya da topluluk ismini belirterek gündeme getirir,
onları teşvik ederek destek verirdik. “Kardeşlik bağı”nı güçlendirmenin
yollarını arardık.
Eğer akletseydik,
şahsi ihtiraslarımızı ilahi davamızın, kulluk ve insanlık bilincimizin önüne
geçirmezdik. Aramızdaki sorunlarda Kur’an’ı hakem kılar, kavgaya tutuşan
tarafları barıştırıp çatışmaya son vermek için vahyi kendimize hakem kılardık.
İki kardeş topluluk birbiriyle çatışınca, birinin yanında yer alıp diğerine
karşı hücuma geçmez, iki topluluğun da arasını bulacak her ne gerekiyorsa
yapardık. Birbirimi harcamaz, birlikte bir bütünün parçası olduğumuzu hatırdan
çıkarmazdık. Kardeşlerimizi öldürmez, diriltirdik; dağıtmaz, toplardık; yıkmaz,
yapardık; karartmaz, aydınlatırdık; idlal etmez, irşad ederdik. Kardeşler
topluluğunu daima güçlendir, onlara nasihat eder ve onların nasihatlerine kulak
verip onlara itibar ederdik. Hem doğru sözlü olur, hem de o doğru sözü güzel
bir şekilde söylerdik. Müslümanların sulh ve selametleri için çalışırdık. Allah’ın
hukuku ile müslümanların hukukuna, İslam Cemaatinin hudutları dahilinde, ibadet
niyetiyle riayet edermik. Toplu halde ve sımsıkı Hablullah’a sarılmak suretiyle
tefrikaya düşmekten kaçınarak parçalanıp ayrılmazdık. Müslümanlara nasihat eder
ve müslümanların nasihatlerini dinlerdik. Kardeşimize yardım etmeyi kardeşimizin
kabul etmesini, onun bize bir lütfu olarak telâkki ederdik. Eğer akletseydik,
bizim için en önemli değer hakkın ihyası ve adaletin ikamesi olurdu.
Eğer akletseydik,
kardeşlerimiz arasındaki içtimai münasebetlerin
niteliğinin nasıl olması gerektiğini bilirdik. Bunun için; Birbirimize zulmetmezdik,
birbirimizi mahrum etmezdik, birbirimize külfet yüklemezdik, birbirimizi müşkil
durumlara sokmaz ve müşkil durumlarda yalnız bırakmazdık, birbirimizi kıskanmazdık,
birbirimize iftira etmezdik, birbirimize küsmezdik, birbirimizin şeref ve itibarını
çiğnemez ve ayağa düşürmezdik, birbirimize hıyanet etmezdik, birbirimizi
yalanlamazdık, birbirimizin ardından iş çevirmezdik, birbirimizi severdik, birbirimize
selam verirdik, birbirimize kin tutmazdık, birbirimizle birleşir ve birlik olurduk,
birbirimize faydalı olurduk, birbirimizin üzüntülerini giderirdik, birbirimiz
hakkında fenalık düşünmezdik, birbirimizle iyi geçinirdik, birbirimizin
ayıplarını örter ve birbirimizde ayıp-kusur araştırmazdık, birbirimize dost ve
yoldaş olurduk. Kardeşlik bağlarımızın bize yüklediği temel vazifeleri eda
edirdik. Kardeşler olarak birbirimizle hediyeleşirdik. Kardeşler olarak
birbirimizin işleriyle ilgilenir, daima birbirimizin işlerine koşardık. Kardeşler
olarak birbirimize daima merhametle yaklaşırdık. Kardeşler olarak birbirimiz
için daima dua ederdik. İyilik etmek, iyiliği yaymak ve fenalıklardan korunmak
hususunda kardeşlerimizle birleşip yardımlaşırdık. Kardeşlerimizi doğrularla
bilgilendirir, onlara asla yalan söylemezdik. Kardeşlerimizin davetine icabet
ederdik. İstediğinde kardeşimize nasihat ederdik. Hastalandığı zaman
kardeşlerimizi ziyaret edip tedavisine yardımcı olurduk. Vefatı halinde
kardeşlerimizin cenazesine katılırdık.
Eğer akletseydik,
merkeze “devlet” değil, “insan” konulurdu. Toplumu “devletin toplumu” yapan
anlayışlar terkedilir, devlet “toplumun devleti” haline getirilirdi. İnsan
olarak “devlet” olmadan da yaşanabileceği, ancak “devlet”in insan olmadan
yaşayamayacağı; devletin insana muhtaç olduğu bilinirdi. Bu yüzden, “devlet
tüzel kişiliği”nin, kendini “insan”a göre ayarlaması gerektiği, bunun tersine
olarak, eğer “insan”, “Devlet tüzel kişiliği”ne göre ayarlanacak olursa, bu
ikisi arasındaki sorunların sonu gelmez bir çekişmeye ve çatışmaya dönüşeceği bilinirdi.
Bu kapsamda “devlet”in, insanı “kimliksizleştirmesi”ne müsaade edilmezdi. Ancak
devlet tüzel kişiliğini kullananın insan olması hasebiyle, devletin yanlışının,
bir yerde insanın da yanlışı olduğu farkedilirdi. İnsanın “Devlet”in kurucu
unsurlarının en önemlisi ve “asli kurucu”su olduğu bilinir; bundan ötürü
“Devlet” organizmasının, “insan”ın ve “toplum”un varlık sebebi olmadığının;
bilâkis insan ve toplumun “Devlet”in varlık sebebi olduğunun farkında olunurdu.
Devletin ve yöneticilerin birey ve toplum üzerindeki yetkilerinin, devlet organizmasıyla
toplum arsasında yapılacak sözleşme ilkelerine bağlı ve dayalı olduğu bilinci
taşınırdı. Birey va toplumun, bu sözleşme ilkelerine aykırı bir icraat ve
gidişata karşı çıkma hakkının olduğu bilinirdi. Yöneticilere, toplum adına
devleti yönetme yetkisini toplumun kendisi verirdi. Yöneticiler devleti, toplumun
“arzu ve istekleri, kimlik değerleri, vekil tayin ederken neyi amaçladığı ve
belirlediği tayin müddeti” çerçevesinde yönetirdi. İşler kesinlikle
“istişare/meşveret” ile yürütülür; “toplumsal devlet örgütlenmesi” tepeden
tabana doğru değil, tabandan tepeye doğru, “vekâlet-temsil” silsilesi yoluyla
gerçekleştirilirdi. Toplum, vekalet verdiği yöneticiler için belirlediği
yetkilerin kendisi üzerinde kullanılmasına razı olur, ama aynı zamanda vekalet
verdiklerinin de bana karşı yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin
takipçisi olurdu. Devlet gücü bireyin üzerinde “tahakküm vasıtası” haline
getirilmez, “bireye hizmet aracı” olarak kullanılırdı.
Eğer akletseydik, hayatı
kuşatan temel hususlarda bilgi ve bilinç sahibi olunurdu. “Adalet Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Ahiret Bilinci”ne sahip olunurdu.. “Ahlak Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Aile Bilinci”ne sahip olunurdu. “Arkadaşlık ve Arkadaş Seçme Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Barış Bilinci”ne sahip olunurdu. “Beslenme Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Birlik-Beraberlik Bilinci”ne sahip olunurdu. “Çevre-Tabiat Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Devlet Bilinci”ne sahip olunurdu. “Devlet Kurumlarına Bakış Açısı Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Devrim-İnkılab Bilinci”ne sahip olunurdu. “Dil Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Din Bilinci”ne sahip olunurdu. “Diyalog Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Dostluk Bilinci”ne sahip olunurdu. “Düşünce Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Düşünme ve Üretme Bilinci”ne sahip olunurdu. “Edeb ve Âdab Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Eğitim Bilinci”ne sahip olunurdu. “Ekonomi Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Emek-Sermaye Bilinci”ne sahip olunurdu. “Eylem-Toplu Eylem Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Güven Bilinci”ne sahip olunurdu. “Güzellik-Estetik Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Helal-Haram Bilinci”ne sahip olunurdu. “İbadetler Bilinci”ne sahip olunurdu.
“İlah Bilinci”ne sahip olunurdu. “İmtihan Merkezli Düşünme Bilinci”ne sahip olunurdu.
“İnsan Hakları Bilinci”ne sahip olunurdu. “İstismar Bilinci”ne sahip olunurdu.
“İş-Çalışma Bilinci”ne sahip olunurdu. “Kardeşlik Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Kendi Ayakları Üzerinde Durma Bilinci”ne sahip olunurdu. “Kendi Dışındakileri
Tanıma Bilinci”ne sahip olunurdu. “Kendi İşini Kendisi Yapma ve Kendi İşine
Yönelme Bilinci”ne sahip olunurdu. “Kendini Tanıma Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Kimlik ve Kişilik Bilinci”ne sahip olunurdu. “Kitle, Toplum ve Toplumculuk
Bilinci”ne sahip olunurdu. “Konuşma Bilinci”ne sahip olunurdu. “Kulluk
Bilinci”ne sahip olunurdu. “Kurallara Uyma Bilinci”ne sahip olunurdu. “Kültür
ve Sanat Bilinci”ne sahip olunurdu. “Medya Bilinci”ne sahip olunurdu. “Mutluluk
Bilinci”ne sahip olunurdu. “Müşteri Bilinci”ne sahip olunurdu. “Ne Yapacağını
Bilme Bilinci”ne sahip olunurdu. “Neye Layıksak Öyle İdare Olunuruz Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Okuma Bilinci”ne sahip olunurdu. “Ölüm Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Özgürlük Bilinci”ne sahip olunurdu. “Para Kazanma ve Harcama Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Plânlama-Programlama Bilinci”ne sahip olunurdu. “Provakatörlük Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Psikolojik Savaş Bilinci”ne sahip olunurdu. “Sağlık Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Savaş Bilinci”ne sahip olunurdu. “Sevgi ve Aşk Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Seyahat Bilinci”ne sahip olunurdu. “Siyaset Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Sorumluluk Bilinci”ne sahip olunurdu. “Söylem Bilinci”ne sahip olunurdu. “Spor
Bilinci”ne sahip olunurdu. “Susma Bilinci”ne sahip olunurdu. “Tarih Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Tartışma Bilinci”ne sahip olunurdu. “Tasarruf Beilinci”ne
sahip olunurdu. “Tatbik Etme Bilinci”ne sahip olunurdu. “Ticaret Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Tüketim-İsraf Bilinci”ne sahip olunurdu. “Üretim Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Vatandaşlık Bilinci”ne sahip olunurdu. “Yardımlaşma Bilinci”ne
sahip olunurdu. “Yaşama Bilinci”ne sahip olunurdu. “Yazma Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Yönetilme Bilinci”ne sahip olunurdu. “Yönetme Bilinci”ne sahip olunurdu.
“Zaman Bilinci”ne sahip olunurdu.
Eğer akletseydik, insanlar
“insan” olduklarının farkında olurdu. İnsan olması hasebiyle Yaratan’ın insana
verdiği “hak ve özgürlükler”inden asla vazgeçmez; bunların kendisinden
alınmasına, işlevsiz bırakılmasına ve “insani vasıflar”ının gelişmesinin önlenmesine
karşı geri adım atmaz; dik durur ve kimseye hakkını gasbettirmezdi. İnsan, “derin
yapılar”ın, “kirli ilişkiler”in, “yabancı eller”in oyunu ve oyuncağı olmaz;
insan olarak “özgür ve üretici akıl”nı “ilahi irade”nin dışında hiçbir iradenin
ipoteği altına sokmazdı. Öncelikle insanlara “kimlik” kazandırılır ve yanlış
“paradigma”lar ta’dil ederek “değişim”e tâbî tutulurdu.
Eğer akletseydik, askerlerimiz
vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. Askerin vazifesi ülkesinin bağımsız
olarak ve toprak bütünlüğü içinde varlığının sürdürülmesi için gerekli güvenlik
tedbirlerini almak, ülkesini dış düşmanlara karşı korumak ve gerektiğinde
savunmak olurdu. Komutanın vazifesi, askerlerime vatan hizmetinde, ülke
savunmasında kumanda etmek olurdu. Genelkurmay başkanının vazifesi, orduları
sefere hazır tutmak, askeri gerekler bakımından günün icaplarına uygun
donanımları takip etmek ve bunları orduya kazandırılmasına çalışmak olurdu. Asker
ideolojik yönelişlere hizmet etmez, ideolojik amaçlar peşinde koşmaz, konumunu
toplumu biçimlendirmek, yönetimi etkilemek ve ele geçirmek için kullanmazdı. Asker,
askeri işlerin dışında herhangi bir faaliyete kalkışmaz ve askeri işlerde de
milletin seçtiği yöneticilere, parlamento ve hükümete bağlı ve saygılı olur,
onlara itaat ederdi. Millete ve milletin seçtiği yönetime karşı darbe yapmaya
kalkışmaz; eğer bunu yaparsa milete en büyük ihaneti yapmış olacağının
bilincinde olurdu. Siyasi ve ideolojik faaliyetlerle ve amaçlarla işi olmazdı. Asıl
işi, ülkenin dış tehlikelere karşı savunmasını temin etmek için orduyu hazır ve
eğitimli tutmak olurdu. Silahını asla ekmeğini yediği, varlık sebebi olan millete
doğrultmaz, toplumu geri bırakan, toplumun onur ve şahsiyetini ayaklar altına
alan darbe girişimini aklına bile getirmez; hatta buna kalkışanların karşısında
olurdu. Millete tasallut etmeye kalkışmaz; bunu yapmak isteyenlere de müsaade
etmezdi. Asker ocağının sözde değil de gerçekten Peygamber Ocağı olması için ne
gerekiyorsa yapar; görevinin rejimi değil, ülkeyi korumak olduğunu bir an için
bile aklından çıkarmazdı.
Eğer akletseydik,
milletvekillerimiz ve siyasetçilerimiz vazifesini bilir ve gereği neyse
yapardı. Milletin kendisine verdiği vekalete asla ihanet etmezdi. Milletin
istek ve ihtiyaçlarının dışında başka hiçbir şahıs, makam, kurum ve kuruluşun
emellerine hizmet etmezdi. Yasama ve yürütmeyi denetleme faaliyetlerinde
milletin kimlik ve kişilik değerlerini gözetirdi. Bir parti başkanı ise, partisinin
ürettiği politikaların ülke ve millet menfaatlerine tam olarak uygun düşmesine
özen gösterirdi. Millet ve ülke menfaatlerinin dışında başka hiçbir kişi, kurum
ve kuruluşun çıkarlarına hizmet edecek bir politika üretmezdi. Milletin değer
yargılarına, istek ve ihtiyaçlarına aykırı bir siyaset gütmezdi. Bir siyasetçi
olarak ürettiği ve takip ettiğim siyaset milletin kalkınmasına, ülkenin özgür
ve refah içinde gelişmesine, toplumun mutlu ve huzurlu olmasına yönelik olurdu.
Siyasi faaliyetlerini kirli emellere alet etmez ve kirli emelleri olanların
çıkarlarına hizmet etmezdi. Kirli
ilişkilere bulaşmış, millete karşı ihanet içine girmiş çetelere ve başka her
türlü mihraklara karşı boyun eğmez, milletin kendisine verdiği vekaletin hakkını
gereğince yerine getirirdi. Her şeyden önce, toplumun, kendisine vekâlet
verirken neler beklediğini gözetmesi gerektiğinin idrakinde olurdu. Bir yandan
“halkın iktidarı”ndan söz ederken, diğer yandan bu söylemi “halk üzerine
iktidar” eylemiyle sonuçlanmaz; siyasetçi vekiller olarak, asıl olan milletin
üzerine efendi olmaya kalkışmazdı. Milletin kendisinden beklediği başlıca ana
görevleri hiç aksatmaz ve bu görevlerin şunlar olduğunu bilirdi: Millet’in
kimlik ve kişilik değerlerine bağlı ve o kaynaktan beslenmesi gereken
“egemenlik hakkı”nın temsilini gereğine uygun olarak yapmak ve vekalet aldığı
milletin haklarını “milletin üzerinde iktidar saltanatı sürmek isteyenler”e
gasbettirmemek... Toplumsal şahsiyetin geliştirilmesi ve etkinleştirilmesi için
gerekli tedbirleri almak, “sosyal barış”ı sağlamak, “sosyal kümeler arası
çatışma”yı ve “toplumsal çözülme”yi önlemek”... “Rejim-toplum uyumlaşmasını
gerçekleştirip devlet ile toplumun karşılıklı güvensizliğinden doğan sorunları
çözmek... “Sistem”den doğan sorunlardan kaynaklanan kayıpların önünü almak... Devlet
yönetiminde icracı görevlilerin işlerini denetlemek ve icraatların “toplum”
için ve meşru olmasına çalışmak... Milletin vekilleri, bu dört ana görevi
yaparken, aslolanın, “egemenlik”in milletin kimlik ve kişilik değerlerinin
biçimlendiği “ana kaynak”a uygun olarak kullanılması gerektiğini, iktidarın
“millete rağmen” kullanılmasını önleyecek kurumsal ve hukuksal tedbirlerin
alınması ve idari mekanizmanın bu tedbirler çerçevesinde tesis edilmesi lazım
geldiğini hiçbir zaman idrakinden uzak tutmazdı. Siyasetçi ve milletvekili
olarak, “asıl” olan “Millet”e karşı daima sorumlu olduğunu unutmaz, bu
sorumluluğu her zaman hisseder, bu sorumluluğun gereklerine uyar ve millete
hesap verirdi. “Vekalet” ile aldığı “temsil” görevlerini “Millet’e rağmen” ve
“Millet üzerine iktidar olmak” isteyenlere karşı korur, milletin kimlik ve
kişilik değerlerinin biçimlendiği “ana kaynak”a ait egemenlik hakkını,
Millet’in vekalet vermediklerine gasbettirmezdi. Bunun için, gerçek anlamda
“hukuk devleti”nin tesis edilmesi, hukuk devletinin tesisi için de “hukuk
reformu” yapılarak, hem temel hak ve hürriyetler üzerindeki bütün kısıtlamalar
ve özünü zedeleyen düzenlemelerin kaldırılması, hem milletin kimliğine ve
karakterine uygun hukuk kurallarının belirlenmesi, hem de “egemenlik”in
kullanımının bağlandığı “vekalet” ve “temsil” sistemine dayalı “iktidarın
teşekkülü ve yürütülmesi”ni yeniden düzenleyerek, “idarenin dayandığı irade”den
sapılmayacak bir sistem geliştirilmelisi için çalışırdı. Milletin vekili
olduğumu, milletin bizzat asıl olduğunu ve kendisinden her zaman öncelikli
olduğunu idrak eder; geçmiş dönemdeki örneklerin aksine kibirden, gururdan uzak
bir anlayış içinde olurdu. Milletin kendisine verdiği vekalete asla ihanet
etmez, milletin istek ve ihtiyaçlarının dışında başka hiçbir şahıs, makam,
kurum ve kuruluşun emellerine hizmet etmezdi. Yasama ve yürütmeyi denetleme
faaliyetlerinde milletin kimlik ve kişilik değerlerini gözetirdi. Belediye
başkanlarımız görev yaptığım kenti yaşanabilir hale getirmek için çalışır ve
bunun için de milletin kültür ve geleneklerine, temel değerlerine uygun bir
kentleşme ve hizmet politikası üretirdi.
Eğer akletseydik,
başbakanlarımız vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. Sadece milletten
yetki alır, yalnızca millete hesap verirdi. Atadıklarının kendisine
hükmetmesine, seçkinlerin milletin iradesine aykırı bir otoriter düzen
kurmasına izin vermezdi. Milletin kimlik ve kişilik değerlerine uygun düşmeyen,
ülkenin gelişmesini önleyen ve başka ülkelerin çıkarlarına bağlanmasına sebep
olan her ne varsa ona karşı çıkardı. Kendisi için önemli olan, görevde kaldığı
sürece sadece ve sadece, nasıl gerekiyorsa o şekilde ülkesi ve milleti için
çalışmak olurdu. Hiçbir çıkarı milletin çıkarının önüne geçirmezdi. Hiçbir
sosyal, siyasal, hukuki, kültürel ve itikadi sapmaya asla müsaade etmezdi.
Toplumu dünya toplumları içinde üst sıralara çıkarmayı, bunu yaparken de “vahiy”
ile beslenen ve biçimlenen “akıl”, “bilim”, “özgürlük” ve “istişare”yi kendisinee
temel ilke ve eylem biçimi edinirdi. Ehliyet, liyakat ve emniyet, görev
vereceklerinde aradığı en önemli vasıflardan olurdu. Başta “din emniyeti” olmak
üzere, “akıl emniyeti”nin, “nesil emniyeti”nin, “can emniyeti”nin ve “mal
emniyeti”nin hayatiyet bulmasını ve korunmasını temin ederdi. Sadece ülkesi ve
millet için çalışır, hiçbir iç ve dış mihrakın milletin ve ülkenin çıkarlarına
aykırı herhangi bir çıkarına hizmet etmezdi.
Eğer akletseydik,
cumhurbaşkanlarımız cumhurun başkanı olarak, cumhurun arzu ve ihtiyaçları doğrultusunda
toplumsal ve kurumsal birlik ve beraberliğin ikamesi için, devlet
organizmasının bir tepe noktada sımsıkı ve güçlü bir bağla tutulması için
üzerime düşen vazifeyi ifa eder; cumhura ters düşecek bir tutum takınmazdı.
Eğer akletseydik,
işçilerimiz vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. İşini en iyi şekilde
yapar, kazancını hak etmek için yapması gereken ne varsa en iyi şekilde yapar,
işinde hile ve oyalamaya başvurmazdı. Verimli ve üretken olmak çalışma
prensibi, kazancını hak etmek ana hedefi olurdu. Haklarını elde etmesinin,
görev ve sorumluluklarını yerine getirmesine bağlı olduğunu kabul ederdi.
İşvereni rızık temin etmede bir aracı olarak görürdü. Aslında rızık temin
etmesinde kendisi de onun aracısı olduğunu bilirdi. İşçiyi sömürme dizaynı
içinde olan kapitalist sistemin bilinçsiz eyyamcıları gibi işverenle asla bir
sınıf mücadelesine girişmez, bir çatışma ortamı içinde olmazdı. Vazifelerini
yaptıktan sonra haklarımı sonuna kadar talep
eder ve haklarını alıncaya kadar da mücadele etme hakkının doğduğunu
idrak ederdi. Ama öncelikle, haklarını elde etmek için, sorumluluklarını ve
vazifelerinmi yapması gerektiğini de bilirdi. İş ve işçi ahlâkında hak ve
hakkaniyeti gözetirdi.
Eğer akletseydik,
işverenlerimiz vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. İşçilerinin hakkını
alnının teri kurumadan verir, onlara asli ihtiyaçlarını giderebilmeleri
bakımından muhtaç olmayacakları kadar ücret öder, çalışma şartlarını insani
gereklere göre düzenler ve helalinden üretim yapılmasını temin ederdi. İşçisine
yediğinden yedirir, içtiğinden içirirdi. İşçilerinin haklarını gasbetmezdi. İşine
kattığı haramın çoluğundan çocuğundan çıkacağını bilirdi. İş ve işçi çalıştırma
hususunda hakkı ve hakkaniyeti gözetirdi.
Eğer akletseydik, hukukçularımız vazifesini
bilir ve gereği neyse yapardı. Yasaların adalete uygun olarak uygulanmasını
takip eder, suçluların adalet önüne çıkarılmasını hiç aksatmadan yapardı. Bu
hususta kimseye tolerans göstermez, haksız suçlamada bulunmaz, hangi makamda,
görüşte veya etkinlikte olursa olsun, hiçbir suçluyu koruyup kollamazdı. Adalet
önüne çıkanlara adil ve eşit muamelede bulunmazdı. Hiç kimseye karşı cins, ırk,
inanç, felsefi düşünce veya sair mülâhazalarla ayrıcalıklı muamele yapmazdı.
Adaleti yerine getirmek en önemli işi olur ve adaletten kıl kadar ayrılmazdı.
Hukukun üstün tutulması, hakkın sahibine iade edilmesi, adaletin hakim
kılınması için çalışırdı. Sadece dava takibi yapmakla kalmaz, zalim kim olursa
olsun zalime karşı, mazlum kim olursa olsun mazlumdan yana bir adalet anlayışının
hakim kılınması için çalışmalar yapar, bu bilinci kazandırmaya çalışır, bunun
hukuki normlar olarak hayata geçirilmesine yönelik girişimlerde bulunurdu.
Darbelere destek veren, darbeci zihniyeti alkışlayan, onların yaptıklarına
hukuki kılıf hazırlamaya çalışan barolara bağlı kalmazdı. “Devlet” ile “Hukuk”
arasında birbirinden ayrılmaz bir bağ ve ihtiyaç ilişkisi olduğunun, insanların
“toplum” bütünlüğü içerisinde yaşayabilmesinin Devlet-Hukuk münasebetini
bilmekten geçtiğini idrak ederdi. Toplumun “devlet” biçiminde örgütlenerek
“Devletli Hayat”ı sürdürebilmesinin gerek şartlarının başında “Hukuk”
geldiğinin; bu münasebetle, “Devlet”i tanımanın ve “Devlet nedir”e cevap
bulmanın yolunun, Devlet-Hukuk münasebetini bilmekten ve bu hususta doğru
teşhislere vararak doğru tahlillerde bulunmaktan geçtiğinin farkında olurdu. Yine
bu kapsamda, “Devlet”in, Hukuk’u yürütmek için kurulan toplumsal üst örgütlenme
olduğunun idrakinde olurdu. Bu bakımdan, devlet-hukuk münasebetlerinde hukukun
devlete amir olduğunu, “Devlet”in “Hukuk”u değil, “Hukuk”un “Devlet”i kurduğunu
da bilir ve gereğine göre tavır alırdı. Hiçbir zaman “Hukuk”un, “Devlet
organizmasının eşkiyalıkları”nı meşrulaştıran bir ölçü, “Devlet terörü”nde
kullanılan bir silah, Devletin topluma ve toplumsal güç unsurlarına sahip
olmasını ve bunları dilediği gibi kullanmasını sağlayan bir araç konumuna
gelmesine müsaade etmezdi. Zira, bu durumun acı sonucunun, Hukukun, yasalarla
mahkûm edilmesi olduğunu bilirdi. Hukukun, toplumdan önce devleti kontrol etmek
için var olduğunun farkında olurdu. Eğer Hukuk Devlete âmirse, Devletin,
Hukukun gereklerini yerine getirmekle vazifeli ve aslında bundan başka çok da
fazla fonksiyon taşımayan bir tüzel kişilikten ibaret olduğunu insanların
görebilmesine çılışırdı. Devletin bütün faaliyetlerinin Hukuk çerçevesinde olmasına
çalşır, “Devletli Hayat”ın bütün unsurlarının “Hukuk güvencesi” altına girmesi
için gayret ederdi. Yasaları, Hukuk adına ve fakat Hukuktan nasibini almamış
zulüm araçları olmaktan çıkarır, olması gerektiği gibi, Hukukun birebir
tatbiki, pratiği haline getirirdi. Bunun, Devletin Hukuk tarafından kurulması
demek olduğunun ayırdında olur; Devlet tüzel kişiliğinin, gerek kuruluş
aşamasında, gerekse kuruluştan sonra Hukuka bağlı ve Hukukun gözetim ve
denetiminde olacağı gerçeğine hayatiyet kazandırırdı. Devletin başına buyruk,
sorumsuz, denetimsiz, iktidarı eline geçirenlerin topluma hükmetme aracı olmasına
izin vermezdi. Devletin Hukuka âmir olduğu durumlarda, Hukuk’un Devlete karşı,
Devlet’in de Hukuka karşı savaşımına şahit olunacağının bilincinde olurdu.
Devletin, Hukuka karşı savaşını kazanmak için pek çok hileye, entrikalara
başvuracağının; iktidara meşruiyet kazandırmak için hukuk adına ürettiği
yasaları silah olarak kullanacağının, hatta çoğu kez, amaçlarına hizmette
kullanamadığı durumlarda kendi yaptığı yasaları bile hiçe sayarak, kendi
yasalarını çiğneyeceğinin farkında olarak hukuk adamlığı vasfını sürdürürdü. Devlette
yasaların niteliğinin hukuka uygun olmamasına geçit vermezdi. Eğer iktidar,
gücünü yasaları amacına uygun olarak tatbik etmede kullanırsa, buna karşı
çıkardı. “Devlet terörü”ne asla hayat hakkı tanımazdı. Yasaların hatalı
yorumlanmasına yol açmaz ve izin vermezdi. Bir hukukçu olarak hukuktaki çarpık
durumlara izin vermez, var olanları bir an önce bunu tedavi etmeye çalışırdı. Bu
tedaviyi yapabilmesi için, “hukukun nitelikleri”ni gözetirdi. Bir hukukçu
olarak, hukukçu vasfının en temel gereğinin hak ve adaleti temin etmek ve
yürütmek olduğunu bilir ve bunu sağlardı. Hukuku, hukuk niteliklerine uygun
olarak tanımlar, devletin de hukuka uygun hareket etmesi gerektiğini bilir ve
bunu sağlamanın en önemli görevi olduğunu idrak ederdi. Devletin “hukuka uygun
hareket” etmesinin anlamının; gerçek anlamda hukuk devleti olmasıyla mümkün
olacağını, devletin “hukuk devleti” olabilmesi için sahip olması gereken asgari
nitelikleri gözetirdi. Savcılarımız yasaların adalete uygun olarak
uygulanmasının takip eder, suçluların adalet önüne çıkarılması hususunu
aksatmadan yapardı. Bu hususta kimseye tolerans göstermez, haksız suçlamada
bulunmaz; hangi makamda, görüşte veya etkinlikte olursa olsun, hiçbir suçluyu
koruyup kollamazdı. Yargıçlarımız adalet önüne çıkanlara adil ve eşit muamelede
bulunur; hiç kimseye karşı cins, irk, inanç, felsefi düşünce veya sair mülahazalarla
ayrıcalıklı muamele yapmazdı; adaleti yerine getirmek en önemli işi olur ve
adaletten kıl kadar ayrılmazdı.
Eğer akletseydik,
hukuk metinlerinde “hukukun temel nitelikleri”ne uygunluğu esas alır, devletin
de “hukuk devleti” niteliklerine uygun olarak yapılanmasını temin edirdik.
Bunun için hukukun; “insanların bireysel ve toplumsal bütünlüğün ortak
ihtiyaçlarını giderici, ortak iyiliğini sağlayıcı ve birey ile toplumun
bağımsız varlıklarını da dengeleyip muhafaza edici olması”nı sağlardık;
“insanın temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almaslı, toplumsal dengeyi
temel hak ve özgürlüklerin özünü ve esasını iptal etmeyecek nitelikte kurabilmesi”i
temin ederdik; “belli bir zümrenin, kişi veya kişilerin değer yargılarından
bağımsız olması”na dikkat ederdik; “insan kafasının mahsulü bir ideolojiyi
temsil etmemesi” gerektiğinin farkında olurduk; “herkesin ortak sorumluluk ve
yükümlülüğe sahip olduğu bir nitelik arzetmesi”ni sağlardık; “her zamanda, her
durumda, her şartta, her kişide ve her toplumda tatbik edilebilecek bir
nitelikte olması; gerekli kat’ilik ve esnekliğe sahip olmas”nı temin etmek için
gerekenleri yapardık; “insanın ve insanlığın fıtratına cevap verebilecek
nitelikte olması”nı esas alırdık. Devletin “hukuk devleti” olabilmesi için
sahip olması gereken asgari nitelikleri muhakkak gözetirdik ve bu kapsamda
“hukukun genel niteliklerinin tam olarak geçerli olması”na çılışırdık;
“çoğulculuk olmasını; idare ve iradenin tek bir zümrenin, sınıfın, ideolojik
grubun veya yasama meclisinin tekelinde olmaması; toplumun çeşitli kesimlerinin
idarenin karar alma sürecine etki edebilmesi, alınan kararlara, yapılan eylem
ve işlemlere itiraz edebilme hakkı bulunması”nı sağlardık; “idare edilenlere
hukuk güvenliğinin sağlanması”na dikkat ederdik; “temel hak ve hürriyetlerin,
özüne zarar gelmeyecek şekilde güvenceye alınması”nı esas alırdık; “hukuk
kurallarını yürütenlerin de hukukun denetiminde olması, onların da hukuka bağlı
kalması”na çalışırdık; “kişiye veya zümreye özel ayrıcalıklar,
dokunulmazlıklar, sorumsuzluklar olmaması”na özen gösterirdik; “belli bir
ideolojinin, belli bir zihniyetin, belli bir zümre veya kişinin egemenliği veya
ekseriyetle mutlak söz sahibi olması diye bir şey olmaması”na çılışırdık;
“yasama ve yürütmenun de yargı denetiminde olması”nı sağlardık; “her türlü
haksız ve adaletsiz dengenin asla devletin ve toplumun oturduğu zeminde yer
almaması”nı temin ederdik; “idarenin dayandığı iradenin, bireyin ve insanlığın
üzerinde ve ona hakim bir irade olması”nı gözetirdik; “bütün eylem ve işlemlerin,
gerçekten hak üzere olan hukuka uygun olarak yapılması”nı sağlardık.
Eğer akletseydik,
doktorlarımız vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. Muhatap olduğu insanın
yaratılmışların içinde mümtaz bir yeri olduğunun farkında olur; ona Yaratan’dan
ötürü ve insan olduğu için saygı duyar, değer verirdi. Onun önce sağlıklı
kalması için çaba sarfeder ve o anlayışı desteklerdi. Hastalanmış insanların da
acılarını bir an önce dindirmek için ona önce insan olarak yaklaşır, müdahale
eder ve mali konuyu ikinci-üçüncü sıraya alırdı. Tedaviyi ticaret haline
getirmezdi. Tıbbi bilgisini öncelikle kazanç kapısı olarak değil, tedavi aracı
olarak kullanırdı. Bildikleriyle yetinmez, tıbbi gelişmeleri günü gününe takip
ederek gelişen daha iyi ve yeni tedavi metodlarını öğrenir ve hastalarına şifa
kazandırmaya vesile olurdu. Hastalara bir obje olarak değil, bir insan olarak
yaklaşırdı. Kimseyi tedavi etmekten kaçınmazdı. Hiçbir din, dil, ırk ve
cinsiyet farkı gözetmeksizin bütün insanlara mesleğinden doğan sorumluluğu
yerine getirmek için azami gayret sarfederdi. Tıbbi bilgisini ve etkisini
adaletin geciktirilmesinde ya da daletin yanlış tecelli etmesinde kullanmazdı.
Tıbbı insanın hizmetine sunacağına ve tedaviyi esas alacağına söz verirdi.
Sürekli kendini geliştirir ve şifa için en iyi donanıma sahip olmaya gayret
ederdi. Hastalarımız sağlığının kıymetini hastalanmadan önce bilir,
hastalandığında da tedavinin gereklerine riayet ederdi. Sağlık görevlilerine
saygılı olur ve tıbba güvenirdi; ancak tıbbi gelişmelerin kendisi üzerinde
sınanmasına müsaade etmezdi. Sağlık personelimizi işi insanların sağlıklı
kalması ve sağlıkla yaşamasını sağlayacak tedbirleri almak, uygulamaları yapmak
olurdu.
Eğer akletseydik,
öğrencilerimiz vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. En kıymetli zamanlarını
eğitim öğretim adına eğitimle hiç alâkası olmayan bilgilerle tüketmezdi. İlköğretimden
yüksek öğretime kadar eğitim kurumlarının olması gerektiği gibi yapılmadığından
haberdar olur ve kendini belirli kalıplara hapsetmeyip yoğun çaba göstererek geliştirirdi.
Üretime dönük, kendisini faydasız meşguliyetlerle oyalamayan, toplumsal hayata
katma değer kazandıracağı bir eğitim ve öğretime muhatap olmak isterdi. Kendisini
özünden koparacak ve akıl melekelerini köreltecek bir eğitim sistemine karşı
olurdu. Faydasız ilimden, boş meşguliyetlerden, özgür akıl ve hür beyin
melekelerini köreltecek eğitim ve öğretimden uzak dururdu. Faydalıyı öğrenmeye
ve faydalı işlerde kullanmaya gayret ederdi.
Eğer akletseydik,
eğitimcilerimiz vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. Toplum ve devlet
olarak birinci ve öncelikli meselemizin “yeniden yapılanma” olduğundan haberdar
olurdu. Yeniden yapılanmanın ancak “topyekûn değişim” ile mümkün olabileceğini
bilirdi. Bütün temel alanlarda; “İtikadi/Fikri/Zikri”, “Sosyal/Toplumsal”,
“siyasi/İdari”, “Hukuki/Adli”, “İktisadi/Ekonomik”, “Kültürel”, “Ameli/Hayat
Tarzı” gibi her hususta topyekûn değişim olması gerektiğini de bilirdi. İşte bu
noktada, değişimin en önemli ve belki de tek yolunun, “öğretim”i de bünyesinde
bulunduran “eğitim” olduğunun bilincinde olurdu. Bir eğitimci olarak, topyekûn
değişimin, önce “İtikadi/Fikri/Zikri değişim” ile başlayacağını; yani ferdi ve
toplumsal ölçekte, önce “değişimin gereği”nin kavranması, ardından da “değişim
ile yönelinen istikamet”in ve “hayat tarzı”nın “itikadi/fikri/zihni”
gereklerinin tanınıp benimsenmesi lazım geldiğinin idrakinde olurdu. İşte
bunun, eğitim ile mümkün olabileceğini bilirdi. Bunun için, birinci hedef
olarak tam bir “eğitim reformu” yapılması gerektiğini düşünürdü. Eğitim
reformunun birinci hedefinin, “eğitim ilkeleri”ni sistemin merkezine koymak
olmalı gerektiğinin bilincinde olurdu. Bundan ötürü, tam anlamıyla bir “eğitim
anayasası” hazırlanmasının sağlanmasını ana hedeflerinin başına koyardı. Eğitim
anayasası; eğitim ile hangi neticeler elde edilmek isteniyorsa, o neticeleri
temin edecek bir eğitim sisteminin esaslarını, kurallarını ve biçimini teşkil
eder ve eğitim bu temel norma göre yürütülürdü. Bununla birlikte; “eğitimin
kurumsal örgütlenmesinin, yani mektep sisteminin ve eğitim işlerinin yönetim
örgütlenmesinin yeniden yapılandırılması” konusunda reforma ihtiyaç olduğunu
bilirdi. “Eğitici/eğitimci ve öğretici kadrosunun değişimi sağlayacak bir
eğitimi verebilecek bilgi, kültür, kimlik, beceri, ufuk... donanımına ve kapasitesine
sahip olması” konusunda reforma ihtiyaç olduğunu bilirdi. “Müfredatın yeniden
düzenlenmesi; müfredatın, bir yandan değişimden sonrası için öngörülen yeni
itikadi/zihni/fikri, ameli/hayat tarzı ile sosyal/toplumsal, iktisadi/ekonomik,
hukuki/adli, siyasi/idari, kültürel sistemi kurup, yönetebilecek nitelikte
elemanlar yetiştirmeyi sağlayacak özellikte; bir yandan da çağın icapları
gereği, bilimsel, teknolojik ve sınaî gelişmelere ayak uydurup, katkıda
bulunabilecek ve bu alanlarda ülke ve toplum ihtiyaçlarını karşılayabilecek
elemanlar yetiştirecek içerikte olmasının sağlanması” konusunda reforma ihtiyaç
olduğunu bilirdi. İşte bu alanlarda; yani “temel eğitim yasası”, “eğitimin
kurumsal örgütlenmesi”, “eğitici kadro” ve “eğitimin müfredatı” alanlarında
gerçekleştirilecek reformun, başlıca değişim vasıtası olan eğitim sistemimizi,
doğru istikametteki mecrasına oturtacak ve “topyekûn değişim” ve “yeniden
yapılanma”nın kapılarını aralayabilecek bir yol olduğuna inanırdı. Eğitim, bir
“terbiye” işi olduğundan, “eğitim reformu”nun, aslında “terbiye metodunun
reformu” demek olduğunu da bilirdi. Terbiyenin ise, ferde ve topluma kendi
“kimliğini kazandırma” işlemi olduğunun bilincinde olurdu. Eğitim reformu
sonrasında kurulacak yeni “terbiye sistemi”nde, toplumsal kimliğin yapı taşları
olan “din ve inanç”, “örf ve âdet, gelenek, görenek, töre, an’ane, toplumsal
ortak alışkanlıklar ve ortak değerler” ve “kültür, sanat, dil, edebiyat ve
toplumsal birikim” gibi temel değerleri, kişisel ve toplumsal ölçekte kazandırmak
için çalışırdı. Yine, “İslam olmak”, “insan olmak”, “toplum olmak”, “yerli
olmak” ve “etkin olmak” şeklindeki “kimliğin kültürel kökleri”ni, terbiye ile
kazanılacak değerler arasında sayardı. Bütün bunlar, yeniden yapılanma için
lüzumlu topyekûn değişimin altyapısını teşkil ederdi. Bu altyapı üzerine
kurulacak ve altyapıya endeksli ya da altyapının şekil verdiği
“sosyal/toplumsal gövde”, “siyasi/idari baş”, “hukuki/adli vicdan”, bunların
yanında “ilmi/bilimsel gelişme”, “sanayi/teknolojik/iktisadi kalkınma ve
varlık” ve yeni bir “hayat tarzı”, modern dünyaya yeni bir çehre vereceğinden,
modern dünyanın böyle bir “altyapı” ve “üstyapı”dan kazanılacak söz konusu
“yeni çehre”sini üretmeye ve bunu üretecek nesiller yetiştirmeye çalışırdı. Temel
eğitim ilkelerinden “kişilerin ve toplumsal bütünlüğün maddi ve manevi
gelişimlerini sağlayabilecek nitelikte olması; eğitim sonunda böyle bir
gelişimin sağlanabileceği düzeyin yakalanabilmesi” ilkesini gerçekleştirmeye
çalışırdı. Temel eğitim ilkelerinden “kişileri, ferdi şahsiyetlerini eritip yok
etmeden, toplumsal bütünlüğün yapı taşları haline getirebilme; toplumu,
kişileri ve kişilikleri eritmeyecek bir bütünlük düzeyinde kurabilme” ilkesinin
hayat bulmasını sağlardı. Temel eğitim ilkelerinden “kişileri ve toplumu, belli
bir inanç, zihniyet ve hayat tarzının tarihi sürecini kavramış olarak, o inanç,
zihniyet ve hayat tarzını benimsemiş olarak, ideal düzeye ulaştıracak bir bakış
açısı, idrak, eylem kültürü, bilgi donanımı, duygu birikimi ve ruhi olgunluğa
kavuşturabilme; ferdi ve toplumsal ölçekte bir inanç ve hayat tarzını başat
hale getirebilme” ilkesini sağlamaya çalışırdı. Temel eğitim ilkelerinden “çağın
icaplarından haberdar, çağın şartlarını göğüsleyebilecek; ama kendi varlığını
borçlu olduğu inanç ve hayat tarzının hudutlarına riayetkâr, hükümlerine sadık
kişiler ve bu kişilerden müteşekkil bir toplum oluşturabilme” ilkesinin
gerçekleşmesine çalışırdı. Temel eğitim ilkelerinden “kişilerin ve toplumun ufkunu
genişletip açabilme, bilgilerini ve becerilerini artırabilme; bilimsel ve
teknolojik gelişim ve değişimlere ayak uydurabilir hale getirebilme, ama bunu
yaparken biyonik tipler oluşturmadan, biyolojik insan yapısını muhafaza
edebilme” ilkesinin hayat bulmasına çalışırdı. Temel eğitim ilkelerinden “ferdi
yetenekleri artırıp geliştirebilme, toplumsal uyumlaşmayı sağlayabilme, fikri
zenginliği muhafaza edebilme, ilmi olgunluğa ulaştırabilme, uyanık kafalar
yetiştirebilme” ilkesinin yeşermesini temin ederdi. Temel eğitim ilkelerinden “kişileri
ve toplumu kula kul olmaktan, ideolojilerin hamallığını yapmaktan kurtararak
gerçek hürriyet olan Allah’a kul olma mertebesine ulaştırabilme” ilkesinin
gerçekleştirilmesine çalışırdı. Geleceğe güven içinde bakabilen, kültürlü,
ferdi ve içtimai sorumluluklarının bilincinde, geleneksel değerlerine bağlı,
modern gelişmeleri izleyebilen ve bunları toplumsal ana değerlerin süzgecinden
geçirerek hayata uygulamayı becerebilen nesiller yetiştirirdi.
Eğer akletseydik,
gazetecilerimiz vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. Kalemini satmazdı.
Hakikatleri gizlemezdi. Fikirlerine ve inançlarına aykırı da olsa, gerçekleri
saptırmaz, saklamazdı. Kamuoyunun doğru bilgiye mutlaka ve zamanında ulaşmasını
sağlardı. Gerçek gündemleri takip eder ve yazar, toplumu suni gündemlerle
oyalayıp tezgâha getirmezdi. Hakikati yazar, faydalıyı öğütler, gerekliyi
önerirdi. Yazdıklarıyla bireysel ve toplumsal faydaya artı değer katılmasını
sağlardı. Yazdığı şeyler yaptığı ve yapılabilecek şeyler olur; yapılması
gereken, faydalı şeyleri yazardı. İnsanları mâlâyâni ile meşgul edecek, bilgi
kirliliği oluşturacak bir yazın kültürünün geliştirilmesine katkı sağlamaktan
uzak dururdu. Toplumu ifsad eden, insanların kültür ve inanç değerlerine en
küçük bir zarar veren, milletin hür ve aydınlık içinde bir geleceğe doğru emin
adımlarla yol almasının önünü kesenlere destek olan hiçbir çalışmada bulunmazdı.
Kalemini sadece hak ve hakikat için, doğrular ve ilerleme için, özgürlük için
kullanırdı.
Eğer akletseydik,
bilim ve fikir adamlarımız vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. İnsanlığı
bilimin kölesi haline getiren değil, bilimi insanlığın hizmetine sunan bilimsel
çalışmalar yaparlardı. Bilimsel gelişmeleri insan hayatının kolaylaşması için
bir araç olarak kullanırdı. Üretici aklın önemini bilir, üretici aklı bilimsel
çalışmaların temeline alarak insanlığa hizmet eksenine yerleştirirdi. Fikri
gelişimin önündeki engellerle mücadele ederdi. Toplumsal faydayı temin edecek
fikri çalışmalar yapardı. Fikir özgürlüğünün yılmaz savunucusu olurdu. İnsanlık
için zararlı fikirlere karşı durur, faydalı fikirlerin gelişmesine, insanlığın
hizmetine sunulmasına çalışırdı. Fikri hür nesiller yetiştirilmesini sağlamak
ve bilimi insanlığın hizmetkârı kılmam için çalışır, bu en büyük amacı olurdu.
Eğer akletseydik,
polislerimiz vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. Polisin temel vazifesi
toplumun güvenliğini sağlamak olurdu. Bu vazifeyi yaparken kişisel çıkarlarını
değil, toplumsal menfaatleri ve güvenlik gereklerini esas alırdı. Suç işleyen
kişi ve gruplarla çıkarları için işbirliği yapmaz, vazifesinin gereklerine
uygun düşmeyen herhangi bir ilişki ve işe girmezdi. Gözaltına aldıklarına
insanca muamele ederdi. Suçsuz insanların suçla birlikte anılmasına yol açan
operasyonlardan kaçınırdı. Delilden suçluyu bulma yoluna gider, zanlılara
işkence ederek veya delil üreterek suçlayıp dosya kapatmaya tevessül etmezdi.
Esas işi asayişi sağlamak olur, bunun için herhangi bir ideolojik veya mali
ilişkiyi öncelemezdi. Polislik vazifeleriyle bağdaşmayan hiçbir ahvali
taşımazdı.
Eğer akletseydik,
istihbaratçılarımız vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. Dünyadaki ve
ülkedeki gelişmeleri yakından takip eder, ülkeye ve topluma zarar verecek
boyutlara ulaşmasına fırsat vermeden gerekli tedbirlerin alınması için ilgili
makamlara bilgi aktarırdı. En küçük bir şekilde ülkesi ve insanı aleyhine
olacak şekilde hiçbir faaliyette bulunmaz, hiçbir ülke istihbaratıyla kendi
ülkesinin ve toplumunun aleyhine işbirliğine veya ilişkiye girmez, hiçbir
zararlı unsarla çıkar ilişkisi kurmazdı. Milletin ve ülkenin emniyeti için ne
gerekiyorsa yapar, emniyet faaliyetlerini adaletin sağlanmasının ve yaşamasının
bir altyapısı olarak kabul edip gereğini ifa ederdi. Tüm enerjisini vakalar
olmadan önce önlemeye yönelik bilgi edinmeye harcardı. Konumunu başkaları
üzerine çıkar sağlamak için kullanmazdı.
Eğer akletseydik,
müslümanlar, imanın gereği olan vazifelerini bilir ve gereği neyse yapardı. İnancının
kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirmek için azami gayret
gösterirdi. İnancını Rabbinin emirleri doğrultusunda, huzur ve gönül mutluluğu
içinde yaşamaya çalışırdı. Çocuklarının dini öğrenmesini sağlayacak şartların
tam anlamıyla oluşmasını ister ve bunun için gayret gösterirdi. Çalıştığı
işyerinde, vatani görevini yaptığı asker ocağında, eğitim aldığı herhangi bir
yerde, yaşadığı her türlü mekânda inancının gereğini yerine getirirdi. Halkının
büyük çoğunluğunun müslüman olduğu bir ülkede inancının gereklerine uygun bir
hayatı talep eder ve bu talebi gerçekleştirene kadar mücadele ederdi. Dinini kültür
sahibi olmak için değil, yaşamak için öğrenirdi. Bir müslüman olarak, gayesi
Allah, düsturu Kur’an, önderi Rasulullah, yolu cihad, en yüce emeli Allah
yolunda şehid olmak olur ve bunun için çalışırdı. Yine bir müslüman olarak,
din, can, mal, akıl ve nesil emniyetlerini korumak, kelime-i tevhidin
gereklerini tam olarak içselleştirip, tevhidi hayatın her alanına hakim kılmak
için çalışırdı. İslam’ın, kişilerin özel çıkarlarına alet edilmemesini, ama
izzet ve şerefinin de ayaklar altına serilmemesini; İslam’ın dünya hakimiyetini
sağlamasını temin etmesi için gayret sarfederdi.
Eğer akletseydik,
insanlarımız vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. İnsan olması hasebiyle
var olan temel hak ve özgürlüklerinden asla vazgeçmez, bunların elinden
alınmasına, işlevsiz bırakılmasına ve insani vasıflarının gelişmesinin
önlenmesine karşı geri adım atmaz, dik durur ve kimseye hakkını gasbettirmezdi.
Eğer akletseydik,
köylümüz vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. Geleneksel değerlerini
muhafaza ederek modern gelişmeleri takip ederdi. Köyünün tabiî güzelliklerini
koruyarak ülkesinin geleceğini korumuş olurdu. Ülkesinin temel değerlerini
yaşatır, köyünü şehir hayatının arka bahçesi olarak tutardı. Çiftçimiz ülkenin
tarımını muhafaza eder, ülkede yetişen tarım ürünlerinin tabiî haliyle
korunmasını ve tarım çeşitliliğinin yaşamasını sağlardı. Tarımda hormonlu ve
genetiği değiştirilmiş tohum kullanmazdı.
Eğer akletseydik,
memurumuz vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. İşini zamanında ve
gerektiği gibi yapar, kimseyi kayırmaz ve iltimas geçmezdi. Gereksiz bürokratik
işlemlerle işleri zora sokmaz, kolaylaştırırdı.
Eğer akletseydik,
esnafımız vazifesini bilir ve gereği neyse yapardı. Ticari hayatın sürekli
canlı ve aktif tutulmasını, insanların alışverişte dürüstlüğü ve karşılıklı güveni
diri tutmasını sağlamak ana vasfı olurdu. İşini alınteriyle yapar, ticarette
geleneksel sosyal ve ahlaki değerlerin yaşamasını temin ederdi.
Eğer akletseydik, anna-babalarımız
çocuklarının istikbali için maddi ve manevi olarak, dünyevi ve uhrevi alanlarda
ne gerekiyorsa birlikte ve bir bütün olaak yapardı. Çocuklarını toplumsal yapının
temel değerleriyle, inanç ve kültür gereklerine uygun olarak, özgür bir ruh
haliyle ve akıl fonksiyonlarını kullanabilecek yetenekte yetiştirirdi.
Evlatlarının hatalarını kendi başarısızlığı olarak bilir ve hata yapmamaya
çalışırdı.
Eğer akletseydik, çocuklarımız
anne-babasına saygılı, onların kendisine kazandırmaya çalıştığı edeb ve
kültüre, inanç ve kimlik değerlerine sadık bireyler olurdu.
Eğer akletseydik, gıda
üreticilerimiz insanların helal ve sağlıklı beslenmelerini temin edecek gıda
maddeleri üretirdi. Sırf para kazanmak için gıda üretiminde hile yapmaz,
temizlik kurallarına ve helal gereklerine dikkat eder, üretimde insanlara
sağlık bakımından zarar verecek hammadde ve katkı maddesi kullanmazdı.
Eğer akletseydik,
gıda mühendislerimiz gıda maddelerinin toplumsal değerlere, beslenme ve sağlık
gereklerine uygun olması için çalışırdı. Gıda ürünlerinin insanlık için felaket
oluşturacak bir teknolojik madde olmasına müsaade etmem.
Eğer akletseydik, tarihçilerimiz
istikbalin inşâsı için geçmişin önemini ve gereğini bilirdi. Geçmişin doğru
biçimde analiz edilmesi, gerekli derslerin çıkarılması, bugünün geçmişteki
köklerinin ve sebeplerinin tesbit edilmesi, böylece geleceğin doğru biçimde
inşâsı için gerekli tarihi verileri tesbit edip istifadeye sunardı.
Eğer akletseydik, dil
bilimcilerimiz toplumun dilini ve dile ait özellikleri korurdu. Dilin gelişimi
ve en etkin biçimde kullanımı için gerekli tedbirleri alır, çalışmaları yapardı.
Eğer akletseydik, ziraat
mühendislerimiz tarımsal gelişmeleri takip eder, tarım ürünlerinin ve
tohumların tabiî hallerinin korunmasına, genetiği değiştirilmiş ve hormonlu
tohumlarla tarımın nesillerin geleceği için felaket haline gelmesine müsaade
etmezdi.
Eğer akletseydik, veterinerlerimiz
hayvancılığın gelişmesi, et ve et ürünlerinin sağlık ve inanç gereklerine uygun
olarak üretilmesi için ne gerekiyorsa yapardı.
Eğer akletseydik, okurlarımız
her yazılanı okumaz, okunacak her şeyi ise faydalanarak okurdu. Bireysel ve
toplumsal fayda elde edemeyeceği metinlerle vakit geçirmezdi. Kaynak eserlerden
sürekli istifade eder, geçmişin birikimini geleceğe taşıyan araç olarak
kitaplara gereken önemi ve değeri verirdi.
Eğer akletseydik, tüketicilerimiz
bilinçli tüketirdi. Neyi tükettiğini bilir, gereken ürünü gerektiği kadar,
gereken biçimde tüketirdi. Üretilen her şeyin kendisi için gerekli ve faydalı
olduğunu düşünmez, üreticinin ya da satıcının kendisini aldatmasına asla
müsaade etmezdi. Tüketim alışkanlıklarıyla üretimin ve ticari faaliyetlerin
doğru biçimde gelişmesine ve yönlendirilmesine de katkıda bulunurdu.
Eğer akletseydik, gençlerimiz
gençliğin birgün gideceğini bilir, gençleğinin dinamizmini inanç değerlerine,
ailesine, milletine, ülkesine faydalı işler üretmek ve bunları icra etmek için
kullanırdı. Heva ve hevesinin peşinde koşmaz, boş ve faydasız meşguliyetlerle
vakit öldürmez, zararlı ve tehlikeli işlere girmemek suretiyle sosyal doku
içindeki yerini en iyi zeminde tutardı.
Eğer akletseydik, diplomatlarımız
ülkesini uluslararası alanda en iyi biçimde temsil ederdi. Kendisi için birinci
öncelik ülkesinin ve insanının hak ve menfaatlerinin korunması, başka
devletlerin çıkar ilişkileri arasında heba olmaması için çalışmak olurdu.
Onurlu bir temsil, şahsiyetli bir dış politika üretilmesinin ve bunun hayata
geçirilmesinin öncü kuvvetlerinden olarak faaliyette bulunurdu.
Eğer akletseydik, senaristlerimiz
toplumun kimlik ve kişilik değerlerini diri tutacak, sosyal ve siyasal
gelişmelerin doğru bir istikamette yürütülmesine katkıda bulunacak, insanınızı
özünden koparmayacak senaryolar üretirdi. Ürettiği senaryo topluma müsbet yönde,
ahlaki ve kültürel bir değer katar, ya da bu konudaki bozulmaları tedavi etmede
yardımcı olurdu. Senaryolarının ana ekseni toplumsal kimlik ve kişilik
değerleri olurdu. İnsanları geleceğe hazırlayan eğitici ve doğru içerikler
yazardı.
Eğer akletseydik, tüccarlarımız
ticari kazançlarını başkalarının kaybetmesi üzerine kurgulamazdı. Ayıplı mal
satmaz, malının ayıbı varsa bunları gizlemez ve öncelikle bizzat kendisi
gösterirdi. Ticari faaliyetlerini yürütürken, toplumun ve ülkenin ekonomisinin
güçlenmesini birinci öncelik olarak esas alır; toplum ve ülke güçlenirse kendisinin
de daha çok kazanacağını bilirdi. Ticaretine yalan ve hileyi asla karıştırmaz,
ölçü ve tartıda, ticari faaliyetlerde asla yalan ve hileye başvurmazdı. İsrafa
varacak şekilde ve gereği yokken tüketim yapmayı özendirecek ticari
faaliyetlere girişmezdi.
Eğer akletseydik,
dindarlarımız dinini, kaynaklarına uygun biçimde öğrenir ve yaşardı. Dinimi en
doğru biçimde temsil ederdi. Kendi hatalarıyla dinine zarar gelmesini veya dininin
yanlış anlaşılmasını gerektirecek herhangi bir halde olmazdı.
Eğer akletseydik, vatandaşlarımız
insan onur ve haysiyetiyle hiç bağdaşmayan şartlarda yaşamını sürdürmeye rıza
göstermezdi. Ülkenin varlığı ve kalkınmasının kendi omuzlarımda olduğunun
bilincinde olirdi. Kendisi ne kadar özgür ve üretken olursa, ülkenin de o kadar
kalkınacağını ve geleceğimizin güven içinde olacağının farkına varırdı. Devletin
kendisi için olması gerektiğini bilir, kendisinin devlet için var olduğu
algısına karşı çıkardı.
Eğer akletseydik,
akletmenin değerini bilir, mahiyetini kavrar, nasıl akledeceğimizden haberdar
olur ve akleden bir toplum olunurdu. Eğer akletseydik, bugün akletmenin
gereklerini konuşuluyor ya da akletmemiz gerektiğini tartışıluyor olunmazdı.
Eğer akletseydik; Kur’an-ı
Kerim’de tarif edilen “müsbet insan” Olurduk. Mü’minlerle kardeş olur ve
Kur’an-ı Kerim’de tarif ve tasvir edilen müsbet insan niteliklerini taşımaya
çalışırdık. Kur’an ahlâkı ile ahlâklanır, “Kur’an insanı” olurduk.
Eğer akletseydik,
Allahu Teala “akledin” buyurduğu halde, kimi insanlar aklını bunu emreden
vahyin önüne geçirmeye çalışmaz, kimisi de “akletme”yi kötü bir şeymiş gibi
sunup insanları aklını kullanmayan, başkalarının aklına bilinçsizce boyun eğen
köleler haline getirmezdi.
Giriş
Tarihi: 24.12.2016 (2455)
|